MUSTAFA KALAY

 

   Mustafa KALAY…Garacausta’nın Marangoz Çavuş Ağa…88 yaşında…Komple bir sanatkâr…At arabası imalatı ve tamirciliği, İnşaat işleri, marangozluk ve kayık imalatı ustalığı yaptı.

   Mustafa Ağabey; Uzun boylu, güler yüzlü, birazı ağarmış kısa sakalları olan dinç görünüşlü birisidir. Baston taşımadan rahat bir şekilde istediği yere gider-gelir. Elinden her iş gelir ve sanatkâr ruhlu birisidir. Mizah yönü kuvvetli olup, konuştuğu zaman insanları güldürür. Çişe sıkışık birisi onu dinlerse, güleceğim diye üzerine bırakabilir. İşini bilen, iş yetiren, keyfini bilen bir kişidir. Bolvadin oyun havalarını güzel oynar. Okumaya, araştırmaya çok meraklıdır. Zamanının çoğunu, Kur’an ve kitap okuyarak geçirir. Osmanlıca yazmasını ve okumasını çok iyi bilir. İki sefer hac, iki sefer de umre haccı yapmış olup; 27 torun sahibidir.

   HAYATINIZI ANLATIR MISINIZ?

   1928 yılında Bolvadin’in Mescit Mahallesi’nde dünyaya gelmişim. Babamın adı Karaca Ahmet…Araba ustalığı, inşaat ustalığı, marangozluk yapardı. Biri kız olmak üzere, yedi kardeşiz. Abdullah, Ahmet, Hasan ve ben baba mesleğini seçtik. Ali emekli memur, Mehmet ise kasaplık yapıyor.

   Babam bizi okutmayı çok isterdi. Ben 6 yaşında iken, mahallemizdeki Akçeşme Mektebi’ne gönderdi. O zamanlar, yeni yazı olan Latin Harflerinin öğrenilmesine karşı olan bazı cahil kişiler vardı. “Gâvır Mettabı” diye çocuklarını okula göndermiyorlardı. Bu yüzden Anadolu insanı hep cahil kaldı, başkaları köşeleri kaptılar. İlkokulu, bir sene de doktora yaparak,  6 senede bitirdim. Sonra kapı gibi diploma aldım. Okul tatillerinde de, babamın araba yaptığı dükkana gider; ona yardım ederdim.

   İlkokulun yanı sıra, dini bilgi öğrenmek için mahalle mektebine de gittim. Mahallemizde Çanakkale Savaşı’nda sol kolunu koymuş olan Ahmet JURNAL Hoca vardı. Mahalle hocası idi. O, evinde bizi okuturdu. Gün ışıyınca çocuklarla onun evinde toplanır; cüzümüzü okur; sonra evimize gelerek defterimizi- kitabımızı alır ve okula giderdik. Çocuk okutması yasak idi. Yolda iken öğretmenimiz: “Mahalle mektebine gidiyor musunuz?” derdi. Saklardık ve gitmediğimizi söylerdik.

   İLKOKULU BİTİRİNCE NE YAPTINIZ?

   Tahtalı Camii civarında dükkanımız vardı. Dükkanda; araba imalatı, tamiri, evlerin kapı penceresi ve her türlü ahşap malzemeyi yapardık. Dükkanda çalışmaya başlayınca, babam ilk olarak ‘Eli alışsın’ diye pırlak yaptırdı. O zamanki pırlak, şimdiki pırlakların biraz büyüğü olup, kamçı ile dönerdi. Sopanın ucuna bağlanan ip, pırlağa vurularak dönmesi sağlanırdı. O gün için çocukların oyuncakları sınırlıydı. Ya tengerlek döndürecek; ya donili oynayacak; ya da pırlak döndürecekti. Tanesini 5 kuruşa satardım. Akşama kadar iki buçuk lira kazanırdık.

   Ogün için geçerli meslek araba imalatçılığıydı. Herkesin arabaya ihtiyacı vardı. Arabanın bütün aksamını kendimiz yaptığımız için, dükkanımızda demirci aletleri ve körüklü ocak vardı. Küçükken genellikle körük çekerdim. Babam ve amcalarım yazın ahşap bina yaparlar; kışın ise çoğunlukla dükkanda çalışırlardı. Bir binayı temelden alır; her şeyini kendileri yapar, anahtar teslimi verirlerdi. Biz, birbirimize çok sargın bir aileyiz. Küçük, büyüğüne saygılı davranır; büyük de küçüğüne sevgili davranır. Aramızda kavga-dövüş olmaz. Dışarıdan hiç usta çağırmadan, 1964 yılında sırayla, kardeş olarak birbirimizin evini kendimiz yaptık. Askerlik vaktime kadar, sanatımızın bütün özelliklerini öğrendim.

   ASKERLİĞİNİZ NASIL GEÇTİ?

   Eski Demirciler İçinde, şimdiki Kocatepe Kıraathanesi’nin üstünde askerlik şubesi vardı. Askere giderken elbise için oraya gittim. Orada, yağlı-yağadalı eski bir asker elbisesi verdiler. Onu giydim; eşle- dostla helalleştikten sonra tren istasyonuna, diğer askere gideceklerle birlikte gittim. Gece olunca tren geldi. Hepimiz, ilk defa trene bineceğiz. “Buraya bineceksiniz.” diye, bizi hayvan taşınan vagonlara bindirdiler. İçerisi karanlık, yerler gübre dolu, oturacak yer yok! Vagonun kenarlarına yere çöktük; böyle sabahı ettik. İçerde tuvalet yok! Küçük abdest bozmak için sıkıntı yoktu da, büyük abdest bozma zor oluyordu. Onda da çözümü bulduk. Tren giderken sürgülü kapıyı aralıyorduk; akıtcağı gelen kişinin kollarını düşmesin diye iki kişi tutuyordu; birisi de donunu indiriyordu; çömdürerek kıçını dışarıya doğru verip, def-i hâcetini yaptırıyorduk. Langur lungur bu şekilde İstanbul Haydarpaşa Tren Garı’na vardık. Trenden indik, kubbeli olan büyük gara girerken, arkadaşın birisi orayı cami sanmış: “Camiye giriyoruz, babıçlarınızı çıkarın!” dedi. Hepimiz ayakkabılarımızı çıkarıp elimize aldık ve içeriye girdik. Orada bulunan inzibatlar ayakkabılarımızı tekrar giydirip bizi birliğimize yolladı. Lüleburgaz’da topçuydum. Üç sene diye gittik; Menderes iktidara gelince erken terhis etti; iki sene yapıp geldim.

   GELİNCE AYNI İŞE Mİ DEVAM ETTİNİZ?

   Babamla, kardeşlerimle birlikte çalışıyorduk. Mevsimlere göre iş yapıyorduk. Kışın; marangozluk, kayık, Sofra, senit, oklava yapardık. Küpeşte dediğimiz merdiven korkuluğu yapardık. Yazın ise; İnşaat işlerini yapar, evi temelden alır bitirirdik. Evlerde kadınlar da boş durmazlardı. Sabah namazıyla birlikte kalkılırdı. Esnaf, dükkanını açar; çiftçi tarlasına giderdi.  Kadınlar, ev işleri ve çocuk yetiştirmenin yanı sıra; sığır, manda beslerlerdi. Bunların sütlerini işlerlerdi. Ailede herkes birbirine destek olurdu. Bu günkü kadınların kulakları çınlasın.

   NE TÜR ARABALAR YAPARDINIZ?

   Genelde iki atla çekilen araba yapardık. Ekini harman yerine getirmek için kullanılan ‘sal arabası’ yapardık. Ayrıca, kağnı da yaptık. Kağnının her tarafı ağaçtan olur. Tekerin içi, her tarafı ağaç olur. Sadece üzerine demir ederiz. Tekerlek ses çıkarsın diye, dingil ile tekerin birleştiği yere gazyağı ile ardıç kömürünün tozunu karıştırıp sürerdik. Teker döndükçe “gıcır…gıcır…” diye ses çıkarırdı. Arabayı kullanan da, bu sesi müzik kabul eder: “Meşeler gövermiş varsın göversin.” diye türküyü çekerdi. Bunların yanı sıra, kayık imalatı da yaptık.

   Her türlü ahşap işlerini yapardık. Adamın evinin pesteğinin ağaçları çürümüş. Ağaçların değişmesi için damın açılması lazım. Ben damı açmadan, ağaçları değiştirdim. Büyük kriko ile odanın çatı kısmını kaldırıp, ağaçları değiştirdim. Ustalığımız çok iyi idi. Toplumda tercih edilen kişi idik. Malzemenin iyisini kullanır; sonra sanatımızı gösterirdik. Şimdi eski sanatkârın ahlâkı kalmamış. Sanatkâr, ‘Şunun parasını alayım da ne olursa olsun!’ diye düşünüyor.

   NE ZAMAN EVLENDİNİZ?

   Ben askerde iki aylık oldum; anam hâlâ bana ağlarmış. Babam da: “Oğlan üç sene sonra gelecek; oğlanı nişanlayalım da hanım eğlensin bâri!.” demiş ve beni nişanlamışlar. Bana bir mektup geldi. Mektupta: “Oğlum, seni falancanın kızına nişanladık, ne diyorsun?” diye…Kız, komşumuz olduğu için tanıyordum. Ben de cevap yazdım: “Siz nasıl münâsıp görürseniz baba…” diye…

   Askerliğimin bitiminde anamgil her şeyi hazırlamışlar. Kaynanamın kızıyla, tanışmadan evlendik. İki çift gümüş bilezik, bir yüzük, bir yarımlık küpe taktık ve düğün ettik. O zaman gelin, yaylıyla inerdi. ‘Hiç yaylıya binmesin, şuradan yürüyüversin!’ dedim.  Tabi, kurallara uyduk; yaylıyla indirdik. Sâdıçlarla dama çıktık, paraları saçtık; herkes kapıştı. Şimdi düğünde bazen yerden para saçılıyor; çocuk eğilip almaya bile tenezzül etmiyor.

   Allah, üç oğlan, iki kız; beş çocuk verdi. Büyük oğlum İbrahim, Alkaloid’de memurdu, emekli oldu. Ortanca oğlum Ahmet (Hamido) kasaplık ediyor. Küçük oğlum Osman ise terzi idi, şimdi yurtdışında çalışıyor. Hanımım çok iyi kadındı, üç sene önce vefat etti. Çok sarsıldım, etkisinden kurtulamadım. 65 sene beraberdik, birbirimizi hiç kırmadık; Yapacağımız işi beraber istişare ederdik. Şimdi çocuklarım, gelinlerim bana çok iyi bakıyorlar. Bir lafımı iki ettirmezler.

   KAYIK YAPIMINA NE ZAMAN BAŞLADINIZ?

   Eber Gölü, Bolvadin için büyük bir gelir kaynağı olmuştur. Göl; canlılarının yanı sıra, kındırasıyla kamışıyla çok kişinin ekmek kapısıdır. Benim küçüklüğümde, bugünkü kayıklar yoktu. Kalın gövdeli bir ağaç kesildikten sonra, gövde kısmının içi oyulur ve kayık olarak kullanılırdı. Gölde, kamış toplamak için kullanılan kayıkların, yük binince devrilmemesi için altı düz yapılır. 1939 yılında, Bolvadin’de ilk kayığı, daha önce babamın çırağı olan Kedici Ali CİDDİ Usta yaptı. Ondan, babam gördü; biz de yapmaya başladık. 60 sene kayık yaptım; bundan dört sene önce işi bıraktım.

   Kayığın boyu-eni standarttır. Boyu 7.5 metre; eni 110 santimdir. Sarıçamdan yapılır. Alan kişi altını, su geçirmesin diye ziftler. Gölde, kayık küreğiyle gidemezsin. Uzun bir sırıkla hareket ettirirsin. Şimdi genellikle motorlu kayık kullanılıyor. İlk motorlu kayığı kardeşim Hasan’la birlikte yaptık. Kayığın akıntısını ayarlamak ustalık ister.

   BABANIZDAN BAHSEDER MİSİNİZ?

   Babam 1886 doğumlu idi. 16 yaşına kadar çobanlık yapmış. Sonra, el sanatına merak sarmış. Minyatür çeşitli evler arabalar yapmış. Genellikle çiftçilik ve hayvancılıkla ilgilenen bir toplum olduğumuz için, bizde el sanatları gelişmemişti. Bu açığı, Afyon’dan gelen Ermeni ustalar dolduruyordu. Bolvadin’deki bazı haneyların ustası Ermeniler’dir. Babam meraklı olduğu için gider, Ermenilerin çalıştığı yerde onlara bakarmış. Onlar da, öğrenmesin diye babamı kovalarlarmış. Babam, sanatkâr ruhlu, müthiş zekâ sahibi bir kişiydi. Dükkandaki el aletlerini hep kendi yaptı. Şimdiki âletler babamın elinde olsaydı, binaya gül kondururdu. Her türlü iş elinden gelirdi. İlk tahtadan bisikleti babam yaptı. Tekerlerinin altına keçe çakmış. Onu gören kişi dikkatle bakar: “Şeytan papırı gidiyor!” derlermiş.

  Ayrıca, Çanakkale Savaşı’na girmiş ve dört sene askerlik yapmış bir gazidir. Namaz kılarken yanlarında bombalar patladığı halde namazlarını bozmazlarmış. Yanına düşen bombadan yaralanmış olup, başında şarapnel parçalarının izleri vardı. Babam yaralanınca marangozhaneye almışlar. Orada mataraların ağzına tapa yaparmış. Yedi düvel gelmiş bizi yenememiş. Şimdi aynı oyun Suriye’de oynanıyor. Bizi savaşa çekmek istiyorlar. İnşallah onlara uymayız.

   ÇAVUŞ AĞA’DAN HATIRALAR

   Mustafa Ağabey 9-10 yaşlarındadır. Bakkal vitrininde, renkli ambalajlı bir şey görür. Bunu çikolata zanneder. Bakkala fiyatını sorar. Cebindeki para, onu almaya yetmemektedir. Bir arkadaşıyla para katışıp onu alırlar. O zamanlar sabun, Bolvadin’de yapılmaktadır ve ambalajsız satılmaktadır. Aldıkları paketi dikkatlice açarlar ve birer kere ısırırlar. Ağızları acı içinde kalmış ve köpük dolmuştur. Hemen tükürüp ağızlarını yıkarlar. Çikolata sandıkları madde ‘Puro Sabunu’ dur.

   Mustafa Ağabey eti çok sever. Bir ilkbahar günü kasaba gidip kıyma alır ve eve getirir. Evde hanımına yemek yapmasını söyler. Evinin altındaki atölyesine iner, ikindiye kadar çalışır. Karnı acıkmıştır ve o anda ikindi ezanı okunmaktadır. Abdestini yenileyip camiye gider. Aklında hanımının yapacağı ‘yapmaköttü’ vardır. Hanımı yemeği hazırlamış; arka bahçeye, asma yapraklarının altına sofrayı kurmuştur. Hemen sofraya bağdaş kurup oturur. Sofrada yoğurt ve taze soğan da vardır. Biraz sonra hanımı, üstü kapalı halde yemeği getirir. Çavuş Ağa kapağı kaldırdığında, sürprizle karşılaşır. Hanımı, taze asma yapraklarını toplamış ve yaprak dolması yapmıştır. Hanımına kızamaz ve başlar ağıt çekmeye: “Guzuum, seni böyle kefenlere mi sarcaklardı? Nasıl gıydılar sana!..” diye. Bu bağırtıyı duyan komşular, cenaze var sanıp eve koşarlar. Bakarlar ki, Çavuş Ağa, bol sulu, gelin sırça parmağı gibi sarılmış yaprak dolmasının başında ağıt çekmektedir. 

   GÜNÜNÜZ NASIL GEÇİYOR? ÖLÜMLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİNİZ NELERDİR?

   Programlı bir hayatım var. Sabah namazına, Akçeşme Camisi’ne giderim. Eve gelip biraz istirahat eder ve kahvaltımı yaparım. Gençlik yıllarımda, Abdullah ağabeyim ve Çavdar’ın Süllü, Kur’an okumasını ve Osmanlıca okumasını öğrettiler. Evde boş kaldığımda hemen bu kitaplara sarılırım. Bu dünyada her şey beni doyurdu fakat kitap doyurmadı. Modelimiz düştükçe dertlerimiz de artıyor. Azrail Aleyhisselamı bekliyorum. O gelince hemen orta şekerli, okkalı bir kahve pişireceğim. Nasıl olsa “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı olur.” Kahvenin hatırına, beni kırk yıl daha idare eder. Tabi bu işin şaka tarafı…Allah imanla gitmeyi nasip etsin.