YAHYA GÜMÜŞ

   Sütçülerin Yahya… Seksen yedi yaşında… Çocukluğundan beri sütçülük mandıracılık yaptı. Ayrıca, tarım ve nakliyecilik işleriyle de uğraştı.

   Yahya Gümüş, uzun boylu, zayıf, ela gözlü birisi… Saçları gençlik yıllarındaki kadar gür ve siyahtır. Mevsimine göre düzgün ve kibar giyinir. Başına, yazın hasır şapka; kışın kasket giyer. Çalışkan ve zekidir. Şehit babasıdır….Gün görmüş bir kişi olup; olgun ve oturaklı konuşmalarıyla tanınır… Çocukları, torunları, yeğenleri Galatasaraylı olduğu halde, bu fanatik Fenerbahçelidir. Evindeki nevresim takımı bile Sarı Lacivert’tir. Fenerin maçlarını kaçırmaz. Sigara içmez, sigara içenlere de hoş bakmaz… Sigarayı otuz sene önce bırakmıştır.

   HAYATINIZI ANLATIR MISINIZ?

   1928 yılında Bolvadin’in Hisar Mahallesi’nde dünyaya gelmişim. Babamın adı Cafer… Babam önceleri üzüm ticareti yapardı. O zamanlar halkın büyük besin kaynağı pekmezdi… Bolvadin’de pekmezci dükkanı çoktu. İmal edilen pekmezlerin dışarıya da satışı yapılıyordu. Babam, Nevşehir’den, Niğde’den üzüm getirip pekmezcilere verirdi. Daha sonra mandıracılık yapmaya başladı… Dört kardeşiz. İkisi kız; ikisi oğlan… Benim küçük kardeşim rahmetlik Ata’yla yıllarca birlikte çalıştık.

   HANGİ OKULA GİTTİNİZ?

   İlkokul vaktim gelince, babam işlerinin yoğunluğundan dolayı kayıt ettirmeye gidemedi; beni Abdülkadir Yavuz okula götürdü ve kayıt ettirdi. Çalışkan bir öğrenciydim; kalmadan ilkokulu bitirdim. Okul tatillerinde devamlı mandırada çalışıyordum. Köylerde de mandıramız vardı. Bolvadin’de ortaokul olmadığı için Afyon’a gidip; ortaokulu orada bitirdim. Babam ileri görüşlü bir kişi olup; çocuklarını okutmak için elinden geleni yaptı. Yabancı dil öğrenmemi istiyordu. Bu yüzden beni Ankara’ya koleje yazdırmak için götürdü. Buraya alışamam, ailemden uzak kalırım korkusuyla kayıt olmayı kabul etmedim. Sonra Afyon Lisesi’ne kayıt yaptırdık. Doktor Ömer Özülkü ve Anayasa Mahkemesi Üyesi Muammer Turan’la aynı sınıftaydık. Avukat Hamdi Hamamcıoğlu benden bir sınıf üstteydi. Sonradan, aile ve memleket özlemi ağır bastığından dolayı okulu bırakıp geldim.

   GELİNCE NE YAPTINIZ?

   O zaman hayvan çok olduğu için süt de çoktu. İşlerimiz çok yoğundu. Devamlı çalışıyorduk. Askerlik vaktim yaklaşırken ailem beni evlendirdi. Üç oğlum, üç kızım var…Oğullarım; Mazhar, Turgut Alparslan ve Atilla’dır. Çocuklarımın hepsini de okuttum. Askerliğimi Ankara’da, Amerikan Hava Yardım Kurumu’nda yaptım. İkinci Dünya Savaşı sonrası olduğu için askerlik süresi tam belli olmuyordu. Ben; 27 ay, 6 gün yaptım.

   O ZAMAN MANDIRACILIK NASILDI?

   Bolvadin’de mandıracılık çok gelişmişti. Mandıramızda yazın, 15-20 kişi çalışırdı. Kışın ise 3-4 kişi çalışırdı. Ayrıca; Çobanlar’da, Karacaören’de, Işıklarda, Kalaycık’da, Sandıklı’nın köyünde, Şuhut’un Efe Köyü’nde mandıralarımız vardı. Orada bir kâtip, iki işçi bulunurdu. Bu mandıralardan sadece yazın, iki ay koyun sütü toplardık. Oradaki görevliler sütleri köylüden toplarlar; büyük kazanlarda kaynatıp peynir yaparlardı. Büyük Karabağ’dan, Taşağıl’dan, Karayokuş’tan gelen ardıç odunuyla kazanları kaynatırdık. Genellikle kaşar peyniri yapardık. Köylerden gelen peynirler toplanır; Afyon, Eskişehir, Ankara ve bu civarlara gönderilirdi.

   SÜT NE KADAR TOPLANIRDI?

   O zamanlar mera, yani bugünkü anlamıyla otlak çoktu. Hayvanlar rahatlıkla yayılıyorlardı. O yüzden köylerde bilhassa koyun çoktu. 1951 yıllarında, yazın ayda 200 ton koyun sütü topladık. Bugün için büyük bir rakam… Meraların azalmasıyla hayvancılık da azaldı. Çiftliklerde en az, 2 bin, 3 bin koyun olurdu. Süt toplamanın zorlukları da vardı. Her an sütün kesilme ihtimali vardır. Ayrıca süte su katanlar çıkabilir. Bunu tesbit etmek zor… Mandıracılık işini 1993 yılında bıraktım. Şimdi kardeşim Ata’nın oğlu Cafer, mandırayı devam ettiriyor.

   BAŞKA İŞLER DE YAPTINIZ MI?

   Kardeşimle elbirliği içerisinde, mandıracılığın yanı sıra ziraatçilik de yaptık. Traktörlerimiz sayesinde kendimizin ve diğer çiftçilerin ekinlerini ektik. Hayvancılık yaptık, o gün için bin beş yüz koyunumuz vardı. Ayrıca biçer-döverimizle Bolvadin’in ve civarın ekinlerini biçtik. Üç adet kamyonla nakliyecilik yaptık. İstanbul’a devamlı koyun götürürdük.

   GENÇLİK YILLARINIZLA BUGÜNÜ KARŞILAŞTIRIR MISINIZ?

   Eski yaşantı ile bugün arasında çok fark var. Bazı yönleri iyi; bazı yönleri ise kötü… Eskiden her şeyden önce fakirlik vardı. Herkesin alım gücü düşüktü. Kışın iş alanı yoktu. Adam; akşamınan kahvede yer kalmaz diye, yemeği yemeden giderdi. Kahveler kalabalık olurdu. Çoğunluğu çayı-kahveyi harman veresi içerdi. Evde artan yemek komşuya gönderilirdi. Vatandaş dört kuruşa sigara alamazdı. Evden yumurta götürüp taneyle sigara alanlar olurdu. Yalnız herkes birbirine saygılı ve sevgili davranır; sabırlı hareket ederdi. Şimdi bunu göremiyoruz.

   Sağlık imkanları da gelişti. Eskiden Edici’nin Han’ın karşısında dispanser vardı. Elini kestirsen bir aspirinle savardı. Şimdi şartlar çok iyi oldu.

   GENÇLİK HATIRALARINIZ VAR MI?

   1939 yılında Almanya Polonya’yı işgal edince pek çok ülke de Almanya’ya savaş açtı. Türkiye de Almanya’yı desteklediğinden dolayı bizim de savaşa girme ihtimalimiz fazlalaştı. Bunun üzerine hükümet, 1941 yılında savaş hazırlıkları yapmaya başladı. Ben 12 yaşlarındaydım. O gün için teknoloji gelişmediği için ata ihtiyaç vardı. Devlet halktan değerinden çok fazlaya at topladı. Topladığı atları İmaret Camii’ne doldurdu. Sonra bunları götürdü, savaş bitince tekrar getirip camiye doldurdu ve daha ucuz fiyata halka sattı. 1942 yılında da, hükümet “öşür” adıyla halktan vergi olarak topladığı buğday ve arpaları, bizim Hisar Mescidi’ni ve Aynalı Mescidini depo olarak kullanıp oralara doldurdu.

   BAŞKA HATIRANIZ VAR MI?

   Gençlik yıllarımda toplumda fakirlik çoktu. Çoğu kişi yeterli temizliği yapamadığından dolayı herkeste bit-pire de çoktu. Bir gün kahveden eve gelince anam: “Sen nereye çıkıyorsun?” dedi. “Kahveye çıkıyorum” dedim. “Bir daha kahveye çıkma! Ceketinin yakasına bit gelmiş.” dedi. O günden sonra kahveye çıkmadım. Arkadaşlarım Ahmet Türkmen, Ahmet Pektaş, Hakkı Taktak, Azmi Pektaş, Fevzi Karademir ve Ahmet Akşahin’le birlikte Hasan Türkmen Medresesi’nin olduğu yerde bir oda döşedik ve orada oturmaya başladık. Hafız Şükrü Hoca’da (Akşahinler) bize dini terbiye veriyordu.

   Hafız Şükrü Hoca, aile dostumuz olup, bizim dükkanın ilerisindeki dükkanında dini kitaplar satardı. Ben kapısının önünden geçerken çağırır, başı açık durmak mekruh olur düşüncesiyle: “Şapkan nerede?” diye bana kızardı. Dükkanının önünden geçemezdim. Bir gün baktım, Cebrail ve Kargalı Köylerinden Bolvadin’e çalışmaya gelen Türkmen kadınlarının yüzleri bizdeki gibi “tekgöz” değil, açıktı. Akşam olup odaya toplandığımızda Hoca’ya: “O kadınlar günaha girmiyorlar mı?” diye sordum. Hoca da Kitab-ı Arabiyye’den bir şeyler karıştırdı. Bana: “Sana bir şey diyeyim mi, İslam’da kıyafetin tarifi yoktur.” dedi. Ben de: “O zaman şapkanın hiçbir önemi yok!” dedim, bir şey diyemedi. O günden sonra da bana: “Şapka giy!” diyemedi.

   OĞLUNUZ RAHMETLİK ALPARSLAN’DAN BAHSEDER MİSİN?

   Rahmetlik oğlum, kendi halinde, mütevazi, iyi niyetli bir çocuktu. Uzun boylu yakışıklı ve zeki idi. Liseyi başarılı bir şekilde bitirdikten sonra üniversiteyi kazanmıştı. Girişken ve mücadeleci bir yapıya sahipti. Futbola da merakı vardı. Uzun zaman Bolvadinspor’da top oynadı. Önemli özelliklerinden birisi; vatanına, milletine, bayrağına çok bağlı idi. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümü, 2. Sınıf öğrencisiydi. Yıldırım Beyazıt Öğrenci Yurdu’nda kalıyordu. 22 yaşındaydı… O gün için üniversitelerde sağ-sol olayları çok oluyordu. Vefatından bir gün önce buraya gelmişti. Annesi de ben de devamlı nasihatlarda bulunduk. “Olaylardan uzak dur; çalışırsan ancak başarılı olursun.” dedik.  

   Ankara’ya gitti… Olay günü, okuluna derse geldiği sırada, okul önünde bekleyen otuz-kırk kişilik Komünist guruptan açılan ateş sonucu, 3 Kasım 1975 tarihinde şehit oldu. Olayı biz ertesi gün televizyondan duyduk. Yıkıldık, bittik… Rahmetlinin cenazesi gelince, bütün Bolvadin’de yas vardı. Bu bize çok tesir etti. Allah gani gani rahmet eylesin.       (11.08.2015’de vefat etmiştir.)