SIRRI  TOSUN

 

    Çadırcı Sırrı…80 yaşında…Bolvadin’in ilk çadırcısı…Gençlik yıllarında terzilik etti, sonra çadır dikme işlerine yöneldi. Genellikle araba çadırının yanı sıra, yer ve dam döşeme çadırları yapmaktadır.

   Sırrı Tosun; orta boyda, ince zayıf yüzlü, yeşil gözlerinin üstündeki göz kapakları biraz kısık, saçlarının birazı ağarmış, ince bedenli birisidir. Kendi diktiği siyah takkeyi sabah kalkınca giyer; yatıncaya kadar çıkarmaz. Atik ve hızlı hareket eder. Kamyonların üzerine hızlı bir şekilde çıkıp; çadır ölçüsünü alır. Çok çalışkan ve işine dikkatlidir. Sabahleyin erkenden dükkanını açar; akşam namazını, dükkanının karşısında bulunan Tahtalı Camii’nde kıldıktan sonra evine gider. Ömründe sigara ve içki kullanmamıştır. Hacc ibadetini yerine getirmiş olup, dokuz torun sahibidir.

   HAYATINIZI ANLATIR MISINIZ?

   1935 yılında Bolvadin’in Kırklar Mahallesi’nde doğmuşum. Babamın adı Seydi…Kalaycılık ederdi. İki kardeşiz. Bir ablam var… Dokuz yaşında iken babamın vefat etmesiyle yetim kaldım. Akçeşme İlkokulu’nda okudum. Öğretmenimiz Yılmaz Kor idi. İyi bir öğretmendi. Sınıftan, benle birlikte dört kişiyi seçti: “Sizi; öğretmenlik, subaylık imtihanına göndereceğim. Ailenize söyleyin.” dedi. Eve gelip anama dedim. Anam ağlayarak: “Aman oğlum, yol bilmem; bel bilmem. Bir tane oğlan, seni nerelerde arayacağım; olmaz!” dedi, beni göndermedi. Öğretmenimize söyledim o da: “ Oğlum, Çarşı Camii’nin önünde 10 kuruşa işe gidecek bir sürü amele var; orakçı var. Bak ben ayda 10 lira alıyorum. Anana tekrar söyle, git!” dedi. Anama dedim fakat gene kabul etmedi.

   Bizim zamanımızda son sınıfta iken, yıl sonunda bitirme imtihanları olurdu. Erkek öğretmenlere “Muallim Bey” Bayan öğretmenlere “Hoca Hanım” derdik. İmtihana, bütün öğretmenler girerdi. Bitirme imtihanlarının olduğu gün uyuya kalmışım. Kalfa eve gelip beni uyandırdı ve okula götürdü. İçeri girince ismini hatırlayamadığım öğretmenin birisi: “Nerede kaldın?” dedi ve bana iki tokat yapıştırdı. Tokatları yedikten sonra öğretmene kızdım ve imtihana girmedim; ağlayarak eve gittim. Böylece ilkokulu bitiremedim.

   ÇIRAKLIĞA GİTTİNİZ Mİ?

   Babam sağken, okul çıkışlarında kalaycı dükkanımıza gider; babama yardım ederdim. Vefat ettikten sonra Berber Lokman’a çırak olarak girdim. Ustam berberliğin yanı sıra, morfin vurmadan diş de çekerdi. Orada 6 ay çalıştıktan sonra Terzi Şerafettin’de ve Terzi Davulcunun Kâzım’ın yanında  çalıştım. Buralarda ücretsiz olarak çalıştım. Sabahları erkenden kalkar, Simitçi Hüsnü Sezen’den simit alır; kahvelerde sattıktan sonra terziye giderdim. Sonra, Terzi Osman Sarısoy’un yanına girdim. Ustam, yumuşak başlı, sessiz, kendi halinde bir adamdı. Askerlik vaktime kadar burada çalıştım.

   1949 yılı idi. Önümüz Kurban Bayramı idi. Hava soğuktu. Dükkanda ben ve kalfam vardı. Maltepeli bir müşterimiz elbisesini almaya geldi. Kalfam da verdi; adam gitti. Biraz sonra ustam gelince söyledik. O kızdı ve: “Yanlış elbiseyi vermişsiniz! Kim verdi?” dedi. Kalfam benim üzerime attı. Ustam da elbiseyi değiştirmem için ceza olarak beni Maltepe Köyü’ne yolladı. Çay’a kadar at arabasıyla gittim. Oradan Maltepe’ye yayan gittim. Köyde adamı buldum, elbiseyi değiştirip gece yarısı ancak Bolvadin’e geri dönebildim.

   BABANIZDAN BAHSEDER MİSİNİZ?

   Babam; kalender, çalışkan, kendi halinde bir adamdı. O zamanlar bakırdan yapılmış kaplar vardı. Bu kapların mutlaka kalaylanması gerekirdi. Kalay, zehiri önleyen metalik bir elementtir. Ateşte kızdırılan bakır kabın üzerine kalay maddesi sürülür. Böylece yemekler zehirlenmemiş olur ve kap parlak bir görünüm kazanır. Dükkanında kalaycılık yapardı. Yaz günleri körüğümüzü ve eşyalarımızı eşeklere yükler; köylere kap kalaylamaya giderdik. Kalaycılığın yanı sıra, Bakkal Halil Karagüven ile birlikte Karabağ köylerine, sebze ve bakkaliye eşyaları götürür satardı. Bir çeşit çerçilik yapardı.

   Ben ilkokula gidiyordum. Kalay yaparken devamlı ateşe baktığından, babamın bir gözü birden görmez oldu. Eskişehir’e doktora götürmek için para lazım... O para da bizde yok! Evimizdeki ineğimizi sattık. Rahmetlik Sülüğün İbrahim komşumuzdu. O, doktora götürebileceğini söyledi. Babam, ben ve İbrahim Ağabeyimle birlikte trenle, Eskişehir’e göz doktoruna gittik. Doktor muayene ettikten sonra: “Gözünün biri ölmüş; diğerini kurtarmaya çalışayım.” dedi. Babamla bir otele yerleştik, odaya hiç ışık girmeyecek şekilde pencereyi kapattık. 12 gün, zindan odada babamla birlikte kaldık. Akşamları doktor gelip muayene edip gidiyordu. Fakat sonuçta hiç faydası olmadı. Çaresiz Bolvadin’e geri döndük. Bir müddet sonra hastalandı. “Ben böyle mi olacaktım!” deyip üzülüyordu.

   1944 yılının bahar aylarıydı. Sabahleyin kalkıp okula gittim. Kiremitçi Ali Çetinova’nın babası bizim okulda kalfa idi. Üçüncü derse girmiştik. Kalfa sınıfa girdi ve öğretmenin kulağına bir şey dedi. Öğretmen de beni çağırıp eve gitmemi istedi. Kalfa Hakkı Çetinova ile birlikte eve giderken: “Oğlum üzülme, baban ölmüş.” dedi. O anda kendimi kaybetmişim, koşa koşa eve geldim. Komşular toplanmışlar, babamın üzerini örtmüşler; başında anam ve ablam ağlıyordu. Dokuz yaşında yetim kaldım.

   ASKERLİK VE EVLİLİK HAKKINDA BİLGİ VERİR MİSİNİZ?

   Askerde Kütahya’da havacıydım, sonra Kayseri’ye gittim. Orada imtihan olduk; yazıcı olarak askerliğimi bitirdim. İzne gelince “yazıcı” olduğumu söyledim. “Onbaşı bile değilsin, seni yazıcı etmezler.” dediler, kimse bana inanmadı. İzin dönüşü binbaşıya dedim o da beni “onbaşı” yaptı.

   Askerlik dönüşü eski ustamın yanına geri girdim. İsa Kırık, Ali Külhancı ve ben, üçümüz dükkan açıp çalıştırdık. 6 ay Polatlı-Eskişehir taraflarına pazarlara gidip, diktiğim elbiseleri sattım. Askeriyeye elbise diktim. Terzi Naci Doğruyol’un yanına girdim. Parça başına para aldım. Babam olmadığı için düğün parası biriktirmem gerekiyordu. Sultandağı’nın Çukurcak Köyü’ne gidip odada yattım. Üç ay boyunca elbise diktim; yama yaptım; yırtık-sökük diktim; para biriktirdim. Odada çalışırken, fitilli gazyağı ocağında yemeklerimi pişirdim.  Askerden geldikten dört sene sonra evlendim. Anam isteyici gitmiş, onlar da vermişler. Nişan yaptıktan altı ay sonra evlendik. Paytuncu Omar’ın faytonla gelini indirdik. İki oğlan, bir kız; üç çocuğum var. Büyük oğlum Seydi, din görevlisi… Onun küçüğü Hasan Hüseyin, meslek lisesi öğretmeni olarak görev yapıyor.

   ANNENİZDEN BAHSEDER MİSİNİZ?

   Anam genç yaşta dul kaldı, bizlere bakmak için gece- gündüz çalıştı. Çapaya gider; başkalarına bulgur sürerdi. Bulgur, sonbaharda sürülür. Tarlasından buğdayını kaldıran vatandaş, kışlık yiyeceğini yapmak için önce çeşmenin hatılında yıkar; yıkadığı buğdayı serer; kurutur ve taşını ayıklamak için çalkardı. Bu buğdayın içerisinden bir kilesini göcelik; bir kilesini göllelik; üç kilesini bulgurluk olarak ayırır; gerisini değirmende un yaptırırdı. Bize gelen bulgurlukları biz iki saat sürerdik ve 1 mecit (Yirmi kuruş) alırdık.

   Evleneli dört sene olmuştu. Evimiz Tahtalı Mahallesi’nde olduğu için, cenazeler bizim kapının önünden geçerdi. O zaman arabalarla gidilmez, mezara kadar omuzda götürülürdü. Şimdiki gibi salına giren çok kişi de olmazdı. Bir gün akşama doğru, evimizin önünden bir cenaze götürdüler. Sekiz-on kişi kulplaşmış götürüyorlardı. Anam: “Aman oğlum, ölünce beni de böyle dar vakitte gömmeyin; kandili de başıma yak!” dedi. Bir süre sonra annem, Regaip günü ikindileyin selâ verilirken vefat etti. Biz de o gün beklettik, kandili de başına yaktım, ertesi günü defnettik. Ağladığım da gitti; acıdığım da gitti.

   UNUTAMADIĞINIZ HATIRANIZ VAR MI?

   1979 yılının sonbahar aylarıydı. Birisi kamyonunun üzerine çadır diktirmek için geldi. Çadırın ölçüsünü almak için kamyonun üzerine çıktım. Kasanın içine mazot dökülmüş. Basınca ayakkabımın altı mazot oldu. Ölçüyü alayım, derken ayağım birden kaydı ve kamyondan beynimin üstüne yere düştüm. Kendimi kaybetmişim. Geçici olarak hafıza zayıflaması oldu. Belli süre tedavi gördükten sonra iyi oldum.

   2005 yılının Kurban Bayramının üçüncü günü idi. “Bayram” diye dükkanı açmamıştım. Çobanlarlı birisi gelip beni buldu. Çadırına yama yapılacaktı. Dükkanı açtım, çadırı yamarken birisi kapıya dikilip: “Yav, bayramda bâri istirahat et! Bu ne hırs!” dedi ve gitti. Ben, işi bitirip kapının önüne elimi yıkamak için çıktığımda, Ağılönü’nden birisi traktörle dükkanın önünde durdu. “Ayağım uyuştu, inemeyeceğim, bakkaldan Gripin alıver.” dedi. Karşı bakkaldan istediğini almak için yola çıktığımda, hızla gelen bir taksi bana çarptı. Üç metre havalandıktan sonra tepemin üstüne düştüm. Hastanede başıma kırk üç dikiş attılar. Şükür ki, vücudumda bir kırık yoktu.

   ÇADIRCILIĞA NASIL BAŞLADINIZ?

   Evlendikten sonra terzi dükkanı açmıştım. O sıralar kamyon çoğalmaya başladı. Kamyoncular Kelekçiler’e çadır için gitmişler. Kelekçiler’in Eniştesi Mehmet, bana gelip çadır dikip dikemeyeceğimi sordu. Ben de dikebileceğimi söyledim. Belli bir süre onlara çadır diktim. Sonra İstanbul’a gidip iki top çadır getirdim. Çadırı kendim dikmeye başladım. Daha sonra Denizli’deki fabrikasından çadırlık kumaş getirdim ve diktim. Böylece çadır işine başlamış oldum.

   YOKLUK ÇEKTİNİZ Mİ?

   Eskiden herkes sıkıntılı ve yokluk içinde idi. Yokluk çekmedim, diyen yalan söyler. Anamla birlikte bulgur sürerdik. Bulguru sürecek ne atımız vardı; ne de atı bağlayacak ahırımız…Ağılönü’nden birisinden atı günlük kiralardım. Sonra, baharda bir at aldım; kışa girerken Afasan’ın babasına sattım. 10 dekar tarlamız vardı, oradan gelen mahsulü eve koyduk mu bizden bahtiyarı yoktu. Hiç unutmam, komşumuz vefat etti; kefen parası bulamadılar; küçük bir tarlası vardı; zenginin birine sattılar ve cenazeyi kaldırdılar. O günler gitsin, gelmesin!

   İHTİYARLIK VE ÖLÜM HAKKINDA DÜŞÜNCELERİNİZ NELERDİR?

   Çok şükür, ihtiyarlığı hissetmiyorum. Ölümü ise her an düşünüyorum. Peygamberimiz: “Sizin hayırlınız, ölümü en çok hatırlayanınızdır.” buyuruyor. Hesabı öbür dünyaya göre yapmak lazım. Cenab-ı Allah, şehitlerle, peygamberlerle haşrolmayı nasip eylesin.