RAMAZAN AKÇAKIR

 

    Çakırların Ramazan…Seksen üç yaşında…Çiftçilikle uğraştı. Ömrü, gölde kındıra- kamış biçerek geçti. Gölün en iyi zamanlarında her çeşit balığı tuttu.

   Ramazan Akçakır; orta boylu, tıknaz, yuvarlak tombul yüzünü çeviren sakalı olan, sağlıklı görünüşlü birisi…Her gün evinden çıkar; Sarı’nın kahveye gelir; dostlarla sohbet eder…Sesini bazen alçaltarak, bazen yükselterek konuşur. Dostları bazen buna şaka yapmak için takıldıklarında, onlara kızar. Konuşurken, muhabbetin arasında mâni söylemeyi sever. İçi dışı bir adamdır. Hiçbir sosyal güvencesi olmadığı için, zamanında girmediğinden dolayı kendine kızar.

   HAYATINIZI ANLATIR MISINIZ?

   1932 yılında Bolvadin’in Mescit Mahallesi’nde dünyaya gelmişim. Babamın adı Abdullah…Çiftçilik yapardı. Bir oğlan, bir kız; iki kardeşiz. Babam askerdeyken derdi almış. Askerden geldiğinde ben 7 yaşındaydım. Ciğerlerini üşütmüş; Afyon hastanesinde zatürreden öldü ve oraya gömüldü. Küçük yaşta yetim kaldım.

   Akçeşme İlkokulu’na başladım. Okul tatillerinde anam beni eski yazıyı da öğrensin; bizim arkamızdan okusun; diye Şaplının Fadime’ye ve Gülsüm Hoca’ya gönderdi. Gülsüm Hoca’da okurken, evinin çelengindeki kuşu almak için çıktığımda Gülsün Hoca beni kovaladı. Ondan sonra bir daha gitmedim. 5. Sınıfta iken anam hastalandı. O zaman doktor yoktu. Askerde sıhhiyelik yapan, iğneyi serumu öğrenmiş kişiler vardı. Bunlar halkın doktoruydu. Bekirağa Mahallesi’nde “Mehmet Emin” diye birisi vardı. Askerde sıhhiyeymiş. Bir hastası olan ona giderdi. Eczacı olarak da, Eczacı Abdülgâfur Cemalioğlu vardı. Anam hastalanınca Eczacı Gâfur’a gittim; anamın hastalığını dedim. O zaman eczacılar ilaçları kendileri yaparlardı. Bana iki hap yaptı verdi; para da almadı. Verdiği haplar anama iyi geldi. Fakat bir müddet sonra anam tekrar hastalandı. Gücümüz olmadığından doktora  gidemedik. 11 yaşında da anamı kaybettim. Bir tavan, bir taban; kaldım yalınız…“Uğradığım pınar baştan kuruyor,/ Kader lamba yakmış beni arıyor./ Ömür torbasına elimi attım,/ Tecelli kağıdım karalı çıktı.”

   OKULU BİTİRDİNİZ Mİ?

   İlkokul 5. Sınıfa giderken de anam ölünce ablamla birlikte hayatta yalnız kaldık. Okulu bıraktım, bekçi kapıya geldi “Ben okumayacağım” dedim. O zaman evler çoğunlukla kerpiçten yapılırdı. Kerpiç, yazın serin tutar; kışın da sıcak tutar. Beton evler çıkınca hastalıklar bu yüzden arttı. Kerpiç için, önce belli bir yerden toprak taşınır; çiğnenerek çamur haline getirilir ve bir müddet bekletildikten sonra kalıplara dökülürdü. Ayrıca çatlamasını önlemek için içine saman karıştırılırdı. Bizim evlerimizin kerpiç toprağı çoğunlukla Endüstri Meslek Lisesi’nin karşısındaki çukurdan getirilmiştir. Oranın çukur olmasının sebebi budur. Çamurlar kalıplara dökülerek 15 gün kurumaya bırakılır. Takoz tuğladaki gibi fırınlarda pişirilmez. Islak görmedikten sonra kerpiç dayanıklı bir maddedir.

   Gırdıgızının Kasım Usta da kerpiç döker; ev yapacaklara satardı. O, bana yanında çalışması için teklif etti. Ben de kabul ettim. Onun yanında yevmiyesi 2.5 liradan tezgene ile çamur taşıdım. Sadece yazları çalışıyordum, kışın ise boş kalıyordum. 14 yaşına gelince bu işten ayrıldım.

   SONRA NE YAPTINIZ?

   Devamlı bir işimin olması için Hacıkaralar’ın çiftliğe hizmetkâr olarak girdim. 6 ayda bir ücreti ödenmek üzere anlaştık. Orada ayak işlerine bakıyordum. Sabahtan akşama kadar hiç boş kalmazdım. Hayvanların bakımı, temizliği bana aitti. 18 yaşına kadar orada çalıştım. Son altı ay çalıştığımın karşılığı olarak bana bir tosun verdiler; onu satıp yeni kayık yaptırdım. Askerlik vaktime kadar da gölcülük ettim.

   ASKERLİĞİ NASIL YAPTINIZ?

   Askerliğimi İstanbul’da çavuş olarak yaptım. Askerliğim sırasında bir sefer izne gelebildim. Askere giderken buradan trenle Afyon’a gittik. Orada sığır taşınan vagonları tazyikli su ile yıkadılar; bizi içine doldurdular. Takuduk tukuduk iki gün sonra Sirkeci’ye indik. O güne kadar büyük şehir hiç görmemiştim; şaşırdım. Ben askerdeyken para gönderecek kimsem olmadığı için, gitmeden 380 lira biriktirmiştim. Bana askerdeyken göndermesi için, parayı Şekerci Süleyman Pektaş’a verdim. O da, istediğim zaman bana gönderdi. Gölcü olduğum halde yüzmeyi bilmiyordum; yüzmeyi de askerde öğrendim. Çok kişi okuma-yazma bilmezdi. Mektuplarını hep bana yazdırırlardı. O zaman mektupların başına ve sonuna mani yazılırdı. Ben de mektuba başlarken: “Ey benim eli havalı; dili dualı anneciğim.” diye başlar ve: “Mektup yazdım buradan,/ Dağlar kalksın aradan,/ Beni sana kavuştursun Yaradan.”der, devam ederdim.  Mektubun sonunda ise: “Çamaşır yıkadım, serdim dallara;/ Mektup gelir diye baktım yollara./ Kara tren attı beni gurbete;/ Sağ olup da döner miyim sılama.” der mektubu bitirirdim.

   NE ZAMAN EVLENDİNİZ?

   Askerden geldikten üç ay sonra, bana halamın kızını teklif ettiler. Ben de akrabamız olduğundan dolayı kızı biliyordum; teklifi kabul ettim. Üç ay sonra evlendik. Üç kız, üç oğlan; altı çocuğumuz oldu. Oğullarımdan Abdullah, tekarabacılık yapıyor; Mehmet çiftçilik yapıyor; Ahmet ise belediyede memur olarak çalışıyor. Hanımım çok iyi, cefâkâr bir kadındı. 45 yıl mutlu bir hayat yaşadık. Arada kızdığı zaman hiç sesimi çıkarmazdım. Ben kızınca o da hiç laf etmezdi. İkimiz de horoz olursak bu iş yürümez. Bazen birisi susmasını bilecek. Yüzüne: “Hiçbir şeyde gözüm yok, sen yanımda ol yeter; / Kapkaranlık dünyama güneş gibi doğ yeter.” derdim ve arkasından eklerdim: “Sen evimin ışığı, soframın kaşığısın.” deyince yelkenleri indirirdi. İnsan ancak böyle mutlu olur.

   O ZAMANLAR GÖLÜN DURUMU NASILDI?

   Göl cennet gibiydi. 70 çeşit çiçek açardı. Çok çeşitli kuşlar vardı: Çakalmeke, kamış kargası, ördek, kaz, turna, su sakası, kerevit, ıstakoz vardı. Leylekler hem gölde çok olurdu; hem de şehirdeki evlerin bacalarına yuva yaparlardı. Şimdi havaya bakıyorum, hiç leylek göremiyorum. Halk, leyleklere hiç zarar vermezdi. Ben çocukken deprem olmuştu. Evler ve Çarşı Camii’nin minaresi de hasar görmüştü. Minareyi tamir edeceklerdi. Minarede leyleğin kuluçkaya yatmış olduğunu görünce; yavrular çıkıp uçasıya kadar üç ay beklediler, öyle tamir ettiler. Gölden herkes sepet sepet kuş yumurtası toplardı. Bazıları bunu Çarşı Camii’nin önünde satarlardı. Yanlış yapmışız… Her yumurtadan bir kuş çıkacağını düşünmeden bunları toplardık. Ayrıca, Pinter ve oltayla balık avlanırdı. Ne zaman fabrikaların atıkları göle dökülmeye başladı; işte o zaman göl bitti… Ayrıca gölü besleyen sular da azaldı. Şimdi gölün durumu içler acısı…Ne kuş kaldı, ne balık…Çiçekler bile açmıyor. Göl yetim kaldı. Bülbül gibi zâr eylesen ne çâre! Kimse duymuyor sesimizi.

   GÖLÜN ÜRÜNLERİNİ NASIL KULLANDINIZ?

   Kamış biçerdik. Ayrıca kındıra biçerdik. Kındıranın bazı kısımlarıyla hasır dokur; bazı kısımlarıyla da yastık basardık. Her evde hasır dokuma tezgahı vardı. O zamanlar her ev toprak olduğu için yere kilimden önce hasır serilirdi. Hasır yerdeki sıcağı soğuğu geçirmez. Ayrıca duvarlara 1 metre eninde hasır dokunup çakılırdı. Duvardaki güverçileyi önlemek için olurdu. Şimdiki “Hasır Pazarı” dediğimiz yere herkes dokuduğu hasırını getirip satardı.

   ESKİDEN SIKINTILAR ÇOK MUYDU?

   Şimdiki zamanda doğanlar bazı yönlerden şanslılar. Başta, maddi sıkıntı çekmiyorlar. Eskiden, bir ineğin sütüyle 2-3 evlat yetiştiren aileler vardı. Küçükken bir tane eşeğimiz vardı; bir tanede komşudan ödünç eşek alıp Çay’a değirmene buğday-arpa öğüttürmeye giderdim. Evlerde terkos suyu yoktu. Herkes sokak çeşmesinden suyunu taşırdı. Akçeşme’nin suyunu, ilk olarak Dondurmacı Ahmet’in babası, Abdının Gadir getittirmiş, diye duydum. O zaman çanak boruyla getittirmiş; sonra plastik boruyla değiştirildi.

      EVE ELEKTRİĞİ NE ZAMAN ALDINIZ?

   Bolvadin’e elektrik geldikten seneler sonra evimize elektrik alabildik. Zülemin Gadir’in baraka dükkanı vardı, oradan şişeyle gazyağı alır; camlı lambada aydınlanırdık. Gazyağı çok gitmesin, diye yatsıda söndürürdük. Eve elektrik alınca sadece üç lamba taktırdık, o da gücülennerinen… Hanım eve  elektrik almamı istedi. Ben de :”Şu an alacak gücüm yok!” dedim. Hanım da: “Ben devamlı hasır dokurum, beraber öderiz.” dedi. Ben de kabul ettim. Bunu duyan komşumuz Cacakların Zele Aba: “Anağın yidiği aş değil; bubağın geydiği gumaş değil. Ödeyemen yavrum, elektrik falan alma!” dedi. Zavallı kadın benim zor duruma düşmemi istemiyordu. Buna nazaran ben, Elektrikçi Sami Hıdıroğlu ile 60 lirası peşin; 60 lirası taksitle eve elektriği bağlattım. Allah denk getirdi; borcumuzu ödedik gittik.

   ÖLÜM HAKKINDA DÜŞÜNCELERİNİZ NELERDİR?

   Ölüm hak…Dünya iki kapılı han…Birinden gireceksin; öbüründen çıkacaksın. Ecel birgün herkesin kapısını çalacak. Allah’tan devamlı af dilememiz lazım. Kul hakkıyla gitmememiz lazım. Bazıları kul hakkına dikkat etmiyor. “Sen bu dünyada bana bulgur ver de, öbür dünyada ben sana pirinç vereyim.”diyor. Dolabım altında kefenim ve kefen param hazır. İnşallah öbür dünyaya da hazır giderim.