MEHMET (ŞEMMET) KOÇOĞLU

 

   Değirmenci Koçoğlu…Seksen beş yaşında…Yıllarca kunduracılık, değirmencilik yaptı. Küçük yaşta yetim kaldı. Hayatı mücadele ile geçti. Yılmadı çalıştı, “sıfır”dan başlayarak mal-mülk sahibi oldu. Senede 30-40 ton arpa alım-satım ticareti yaptı. Aralıklı yıllarda kendi koturasında koyun besledi. Çocuklarıyla birlikte bahçecilik yaptı. Bolvadin merkez ve çevre köylerde koyun ortakçılığı da yaptı. 1999 yılında Hacc’a gitti. 10 tane torunu var.

   Mehmet Koçoğlu, normal boyda, beyaz tenli, normal kiloda, çekik gözlü, bıyığı ve sakalı olmayan birisi…Ceketinin içine devamlı yelek giyer. Yeleğinin cebinde de köstekli saat vardır.  Sağlığına dikkat eder; sadece sigaradan kaynaklanan nefes darlığı vardır. Mert, samimi ve hoşsohbet bir kişidir. Zamanında siyasi partilerde de görev almıştır. Hanımı vefat etmiştir. Evinin üstündeki ve yan binada oturan çocukları babalarını el üstünde tutmaktadırlar.

   HAYATINIZI ANLATIR MISINIZ?

   1930 yılında Bolvadin’in Kaymas Mahallesi’nde dünyaya gelmişim. Babamın adı Mustafa…Meyvecilik yapardı. Üçü kız; bir oğlan, dört kardeşiz. İlkokula giderken babamı kaybettim. Babam tarla sulamaya gitmişti. Yağmurlu hava vardı. Islanmış, üşütmüş, genç yaşta zatürreden vefat etti. Oğlan olarak ailenin yükünü ben üstlendim. Anam da çapaya giderdi. Akçeşme İlkokulu’na giderken babamı kaybedince, evin rızkını temin için okulu bırakıp Kunduracı Tahsin Uşaklı’nın yanına çırak olarak girdim. Burada biraz çalıştıktan sonra, Boduroğlu’nun  Rıza’nın yanına girdim. Daha sonra Kabağın Seydi’nin yanına girerek askerliğime kadar sanatımı geliştirdim. Askerliğimi İzmir’de ve Sarıkamış’ta yaptım.

   ASKER DÖNÜŞÜ NE YAPTINIZ?

   Askerden gelince Gıllakların Han’ın yanında Hacı Mustafa’nın Han vardı. Oradan oda tutarak; büyük ayakkabıcılara çarık diktim. Burada iki sene çalışıp para biriktirdikten sonra, Kasap Aralığı’ndaki Zeynel’in Osman’ın dükkanı tuttum. Burada; potin, kundura, gelin mesi dikmeye başladım. Boş zamanlarımda da çarık dikerdim. Burada çalışırken hazır ayakkabı çıktı. Hazır ayakkabı çıkınca, diktiğim 2 bin çarık elimde kaldı.

   NE YAPTINIZ ÇARIKLARI?

   O zamanlar bir yere mal veya  paket  gönderme işini demiryolları yapıyordu. Şimdiki kargonun benzeriydi. İstasyona malımızı adresiyle birlikte veriyorduk. Tren bunu gecikmeli de olsa götürüyordu. Bütün çarıkları, tren istasyonlarından alınmak üzere; Konya, Ereğli, Niğde, Kayseri, Sivas, Erzincan, Erzurum istasyonlarına postaladım. Gönderici ve alıcı olarak kendi ismimi yazdım. Sırasıyla bu istasyonlara giderek, çarıklarımı alıp, toptan esnaflara ucuz-pahalı demeden satıp geldim. Oralar dağlık bölge olduğu için çarık satılıyordu.

   NE ZAMAN EVLENDİNİZ?

   Askerden geldikten üç sene sonra evlendim. Anama: “Yağlı-yavan demeden yiyecek, gariban birini bul.” dedim. Anam ve ablam önayak oldular. Eşimi hiç görmeden evlendim. Evlenirken 1 döğme, 1 yüzükle evlendik. Çeyiz olarak ikimiz de, bir yastık, bir yorgan ve bir döşşek verdik. Gelini, Boduroğlu’nun Rıza’nın Halil İbrahim’in faytonla indirdik. 53 sene beraber, varlığı-yokluğu yaşadık; mücadele ettik; mutlu bir şekilde evliliğimizi sürdürdük.

   Allah bize, üç oğlan, bir kız; dört evlat verdi. Büyük oğlum Mustafa, lise öğretmeniydi, emekli oldu.  Diğer oğullarım Mahmut ve Remzi’de, yeni yaptığımız un fabrikamızda işlerimizi devam ettiriyorlar.

   DEĞİRMENCİLİK İŞİNE NASIL GİRDİNİZ?

   Hazır elbise ve hazır ayakkabı çıkınca bizim meslek geriledi. Ben de dükkanı kapattım, meyveciliğe başladım. Meyvecilik yaparken arkadaşım olan Pandıllının Halil: “Belediyenin değirmenini sen çalıştır.” dedi. O zaman belediyenin değirmeni, şimdiki kültür sitesinin yanında, sinemanın olduğu yerde idi. Önceleri mazotla çalıştırılırken; elektrik geldikten sonra elektrikle çalıştırılmaya başlandı. Burayı belediye personeli çalıştırıyordu.

   1963 yılı idi. Kaymakamlığa ve belediye başkanlığına, ihtilal Kaymakamı Fethi Aytaç bakıyordu. Ona vardım, değirmeni tutmak istediğimi söyledim. O da: “Encümen huzurunda ihale olur. İhaleye gir, kazanırsan sen işletirsin. İçeriye sokmazlarsa benim adımı ver.” dedi. İhaleye girdim. Diğer rakiplerimden fazla verdim. Yıllığı 13 bin lira ile bende kaldı. Rakiplerim: “Hayırlı olsun.” dedi, gittiler. Salona çıkınca kaymakam yanıma geldi: “Mehmet bey, pahalı mı oldu?” dedi. Ben de: “Pahalı-ucuz, onu bilmem. Ben Allah’ın takdirine inanan bir insanım. Kâr-zarar, ne olursa olsun bu işi başaracağım.” dedim. Belediye muhasebecisi Hüsnü: “Parayı peşin vereceksin.”dedi. Kaymakama söyledim, o da üç taksit yapmasını söyledi.

   DEĞİRMENCİLİĞİ BAŞARDINIZ MI?

   Değirmencilikle ilgili hiç bilgim yoktu. Zamanla bütün özelliklerini öğrendim. Gece-gündüz demeden çalıştım. Beş sene orada çalıştıktan sonra, belediye tarafından itfaiyenin eski binasının olduğu yere dükkanlar yapıldı. Oraya geçtim, makinelerimi yeniledim. Sonra orayı satın aldım. Orada üç ocak değirmen vardı. Bu arada Dişli Köyü’nde,  Kemerkaya’da, Dereçine’de de değirmen çalıştırdım. İşlerimiz iyi gitti, bereket versin kazandık. Bundan 10 yıl önce de Müslümanlı bölgesine modern bir değirmen yaptık. Şimdi çocuklarım işletiyorlar.

   BUĞDAY NASIL ÖĞÜTÜLÜR?

   Buğdayı değirmenin huni şeklindeki haznesine dökeriz. Bu buğday yavaş yavaş iki büyük yuvarlak taşın ortasındaki delikten araya dökülür. Ters istikamette dönen taşların arasında kalan buğday, ezilerek un haline gelir ve aşağıda bulunan çuvalın içine dökülür. Taş zamanla körelir, iri çekmeye başlar. Biz de hemen taşı vinçle kaldırıp, onun özel çekiciyle döverek, taşın üzerini dişli hale getiririz. Dişlediğimiz taşı ilk çalıştırırken; ilk olarak bir kile arpa atarak, çıkan unu tavuk yemi yaparız. Sonra bir kile daha atar, bunu da köpek yalı olarak kullanırız. Sonra buğday öğütürüz. Bundan amaç; unun içinde kum olmaması içindir.

    SİZ ÇOCUKKEN KAÇ DEĞİRMEN VARDI?

   Şimdiki hükümet binasının yanında Nohuttan’ın değirmen vardı. Başka değirmen yoktu. Nohuttan ölünce, 1942 yılında Belediye Başkanı Hasan Türkmen, değirmen aletlerini satın alıp, şimdiki sinemanın olduğu yere belediye değirmenini kurdu. Çevremizdeki değirmenler hep su ile işlerdi. Dişli Köyü’nde iki; Özburun’da dokuz değirmen vardı. Çay’da ise beş-altı  değirmen vardı. Hepsi de su değirmeniydi. Bolvadinlilerin çoğu, bu değirmenlere gidip, arpasını kırdırır; buğdayını çektirirdi. Şimdi o sular kesildi, neredeyse kayboldu.

   BABANIZDAN BAHSEDER MİSİNİZ?

   Babam, seyyar meyvecilik-sebzecilik yapardı. Kendi halinde fakat, gözü kara bir adamdı.  Ben 8-9 yaşlarındaydım. Sonbahar aylarıydı. Hava biraz serindi. Anam elime iki şişe verdi. Birisi haşgeş yağı şişesi; öteki gazyağı şişesi…O zaman herkes bu şekilde haşgeşyağı veya gazyağı alabiliyordu. Anam: “Oğlum , babana git de, bunları doldurttursun.” dedi. Her şişenin ağzına ip bağlanır; bunu bileğimize  takarak taşırdık. Eski şişeler, bu günkü şişelere göre biraz daha kalın olurdu.

   Babam Çarşı Camii’nin yanındaki çınarın altına oturmuş; sırtını da güneşe vermişti. Önündeki yarım çuval kadar kuru soğanı satmaya çalışırken, bu arada “Kalkar kalkar sedirlere dayanır. / Çil Kâtip de tahtımdan inmem, diye bağırır.” diye türkü tutturmuştu.  Yanına yaklaşınca benim gölgemi görerek başını çevirdi. Önce yüzüme baktı; sonra şişelere…“Gine mi geldi şişeler len!..” dedi ve arkasından küfürü salladı. Belli ki parası yoktu.

   Yavaşça ayağa kalktı; şişeleri oraya bırakıp arkasından gelmemi istedi. Depo olarak kullandığı, Gıllaklar’ın Han’ın merdivenin altına yığmış olduğu çuvallardan 20’şer kiloluk, 30’ar kiloluk soğanları tartarak, çuvallara beraber doldurduk.  Bana vererek: “Şunu Badiniklere götür; şunu Kürdoğlular’a götür; şunu Kelekçiler’e götür; Şunu Hacımuratlar’a götür.” diye beni sırayla evlerine gönderdi. Sonra bunların dükkanlarına gidip soğan paralarını aldık;  kimse itiraz etmedi. Sonra yağımızı ve gazyağımızı alarak mutlu bir şekilde eve gittim.

   Eskiden birbirlerine şaka yapan insan çoktu. Babama da şaka yaparlardı. Babam da onlara: “Gozlar! Bir kış günü ölen de, aklınız başınıza gelsin!” derdi. Kısa bir zaman sonra da, soğuk bir kış günü, diz boyu kar varken babam öldü. Çok cemaat vardı. Karları yara yara götürüp defnettik.

   ESKİDEN SIKINTILAR ÇOK MUYDU?..

   Ben yaşta kime bu soruyu sorsan “Yokluk vardı.” derler. Hayat şartları zordu. Babam, ben ilkokuldayken vefat edince zorluklar yaşadık. Sobacılar’ın Ahmet’le birlikte köylere gider; yumurta veya para karşılığı; cizi şeker, değnek şekeri, alıç, gılik, satardık. Ayakta ayakkabı yok, yalınayak yayan giderdik. Ayaklarımız kemire ve nasır tutardı. Hamama gidince taş götürür; onunla ayağımızı sürterdik.

   Bahar ayıydı, güzel bir güneş doğmuştu. Sabah kalktığımda canım ocak bükmesi istemişti. Anamdan ocak bükmesi yapmasını istedim. Anam da: “Evde un yok; buğday da yok; 1 kile arpa öğüttür gel de yapayım.” dedi. Komşunun eşeğini ödünç aldım; anamla 1 kile arpayı eşeğe yükledik. Çay’a değirmene gittim; öğüttürdüm geldim. Gelince, anam önündeki önüceği çıkarıp benim önüme tuttu. “Git şu hendeklerden ebegümeci, acıgünek topla.” dedi. Gittim topladım geldim. Anam arpa ununu yoğurdu, otları kavurup içine koydu ve saca koydu. Biraz sonra bükmeyi çevireyim derken, arpa ununun özü olmadığından dolayı, bükme üçe ayrıldı. Sonra öbür tarafını da pişirdikten sonra benim önüme koydu. O kadar lezzetli olmuştu ki, hâlâ tadı damağımda…

   Çok çalıştık; çok çabaladık; çok sıkıntılar çektik. Çok şükür Allah’a bugün çok iyi duruma geldik. Sabrettikten, dürüst çalıştıktan sonra Allah insana her şeyi veriyor.