MEHMET DURMAZ

 

    Mehmet Durmaz…Garsavurdanın Hacı Mehmet…Seksen dokuz yaşında…Yıllarca dağlarda kardeşiyle birlikte çobanlık yaptı. Amelelik yaptı. Çocuklarını inşaat ustası olarak yetiştirdi.

   Hacı Mehmet Ağabey; uzun boylu, zayıf, beli biraz kamburlaşmış, uzun beyaz sakallı bir pîrî fâni…Sokağa çıkarken, gözlerini korumak için güneş gözlüğü takar. Çarşıya gideceği zaman, üç tekerlekli akülü bisikletini kullanır. Çocukluğundan beri, İhsaniye Camisi’nin devamlı müdâvimlerindendir. Kısık sesle ve sakin konuşur. Okumaya, araştırmaya meraklıdır. İbadetlerini aksatmaz ve namaz sonları zikirlerini yapar. 1953 yılında, genç yaşta Hacc görevini yerine getirmiştir. Torunlarının sayısını bilmiyor.

   HAYATINIZI ANLATIR MISINIZ?

   1926 yılında Bolvadin’in Yenice Mahallesi’nde dünyaya gelmişim.  Babamın adı Mevlüt…Babam çoban olduğu için, anam beni yaylada dünyaya getirmiş. İki oğlan, üç kız; toplam beş kardeşiz. Diğer oğlan kardeşim Ali de çobanlık yapardı. Aynı zamanda hafızdı. Şimdi rahmetlik oldu.

   Babamı tanımam; ben 1 yaşında iken vefat etmiş. Bizleri, kabri nur olsun anam büyütüp yetiştirdi. Anam, Kaymas Mektebi’ne kaydımı yaptırdı. Bu okulda dördüncü sınıfa kadar okunuyordu. Orada üç sene okuduktan sonra, Akçeşme İlkokulu’na gittim ve orayı bitirdim.

   KUR’AN ÖĞRENİMİ GÖRDÜNÜZ MÜ?

   Rahmetlik anam; aklı başında, ihlâslı birisiydi. Sabah namazına kalkınca hepimizi uyandırmaya çalışır: “Kalkın yavrum! Rızkınızı gâvurlar alır!” derdi. Kalkmayana oklavayla vururdu. Ben ilkokula giderken, beni İhsaniye Camisi İmam-Hatibi Hüsnü Efendi’ye gönderdi. Kur’an’ı orada öğrendim. İhsaniye Camisi 1929 yılında yapıldı. Bu binadan önce aynı yerde topraktan yapılmış “Veli Efendi Mescidi” adında mescit varmış. Hoca Hüsnü Efendi burayı yıktırıp, şimdiki camiyi yaptırmış. Din görevlileri olarak: Veli Efendi (Başkaya), Abbas Efendi, Hüsnü Efendi, Necati Efendi ve Ahmet Efendi (Başarı) görev yaptılar.

   Kur’an okumayı, saklı-gizli burada öğrendim. O zaman Arapça harflerle bir şey öğretilmesi yasaktı. İhsaniye Camisi’nin üst katında din görevlisinin kaldığı oda vardı. Hoca, gizli olarak orada bize ders verirdi. Bir gün ders sırasında jandarmalar camiyi bastı. Çizmelerle içeriye girdiler; hocayı götürdüler. Ertesi gün hocayı bıraktılar. Hoca: “Eve gelin, orada öğreteyim. “ dedi. Hocanın evine gittik, orayı da bastılar. Hoca, sonra gelmememizi istedi, biz de bir daha gidemedik.

   KUR’AN ÖĞRENİRKEN BAŞINIZDAN BİR OLAY GEÇTİ Mİ?

   1937 yılının bahar ayları idi. Lebenin Enver’le birlikte çağla çalmaya gittik. O günkü şartlarda meyve ağaçları pek yoktu. Olsa da alacak paramız yoktu. Çağla bile bizim için büyük nimetti. Gavırlar Harmanyeri’nin arka tarafında üzüm bağı ve zerdali ağaçları vardı. Oraya gidip çağlaları cebimize doldurduk. Yiye yiye mahallemize gelip;  İhsaniye Camisi’nin önündeki, şu anda hâlâ orada dikili olan Akasya ağacının altına oturduk. Biraz sonra yanımıza Cami İmamı Hüsnü Efendi geldi.  Hüsnü Efendi, sıcakkanlı, sakin bir adamdı. Çağlaları gördü, nereden aldığımızı sordu. Biz utancımızdan bir şey diyemedik. Bize başkasının malını almanın çok günah olduğunu söyleyip nasihat etti ve bir daha yapmayacağımıza dair söz aldı. Bizde söz verdik.

   Biraz sonra ikindi ezanı okunacaktı. Ezan 1932 yılında Türkçe okunmaya başlandı ve on sekiz sene devam etti. Hüsnü Hoca, ezanı Türkçe okumak istemiyordu. Bize: “Okuma-yazmanız var mı?” dedi Biz de: “var!” dedik. Cebinden bir kâğıt ve kalem çıkardı ve “Tanrı uludur!...” diye başlayan, Türkçe ezanın hepsini yazdırdı. Sonra minareye çıkıp okumamızı söyledi. Lebenin Enver’le ben, kâğıdı aldığımız gibi minarenin şerefesine çıktık. Sağ elimiz kulağımızda, sol elimizde kâğıt, dolaşa dolaşa sırayla Türkçe ezanı okuduk. Namaz çıkışında Hoca’yla caminin önüne oturduk. Hoca bize ve diğer oturanlara, caminin önündeki Akasya ağacını göstererek: “Bu ağacı kim keserse eli kırılsın!” dedi. Şimdi o ağaç hâlâ orada duruyor.

   ASKERLİK VAKTİNE KADAR NE YAPTINIZ?

   İlkokuldan sonra kardeşim Ali ile birlikte Karayokuş Köyü’nün üzerindeki yaylalarda çobanlık yaptık. Yazın 6 aylığına başkalarının koyunlarını güderdik. Kışın boş kaldığımda elime küreği alır; Çarşı Camii’nin önüne dikilir; ameleliğe giderdim.

 Askerliğim Erzurum’a çıktı. İlkokul mezunu olduğum için beni çavuş yapıp yazıcı ettiler. 36 ay askerlik yapacaktım fakat, İkinci Dünya Harbi’ne Türkiye’nin katılma ihtimali olunca, bizi bırakmadılar. Askerler Cumhurbaşkanı İnönü’ye: “Çocuklar yetim; kadınlar kısır kaldı. Ya terhis, ya taarruz!” diye mektup yazdılar. 48 ay askerlikten sonra terhis olabildik.

   NE ZAMAN EVLENDİNİZ?

   Evlenmem de maceralı oldu. 15 yaşında iken temel komşumuz olan bir kızı sevdim. O da beni seviyordu. 17 yaşına gelince evlenmeye karar verdik. Yaşımız küçük diye ailelerimiz karşı çıktı. Bunun üzerine beraber kaçmaya karar verdik. Şimdiki kaçıranlar gibi, uzağa kaçmaya gücümüz yoktu. Dişli Köyü’nde bulunan teyzemin yanına kaçmaya karar verdik. Beraber yola çıktık. Kaçıracağımı daha önceden haber alan Ahmet ve Şükrü dayım, şimdiki endüstri meslek lisesinin karşısındaki çukurluğa saklanıp bizim önümüzü keseceklermiş. Sonra Ahmet dayım: “Bunlar birbirini seviyorlar. İki âşığı ayırmayalım, günah olur.” demiş. Bizim oradan geçişimize izin vermişler. Önce teyzemlere gidip, sonra o hızınan Emirdağı’na çıkarız, diye düşündük.

   Yayan olarak Dişli Köyü’ndeki teyzemin evine vardık. Teyzem sevinecek zannediyordum ama teyzem çok kızdı. Kızı ayrı bir odaya kapatıp bana göstermedi. Kız tarafı Jandarmaya haber etmiş. Jandarma bizi buldu. Kız ifadesinde : “Ben kaçırdım.” deyince bizi serbest bıraktılar. Anam o şartlarda düğün etti. Bir yüzük, iki gümüş bilezik taktı. Evimizin iki odası vardı. Birinde ben kaldım, diğerinde anam ve kardeşlerim kaldı. Böylece 55 sene mutlu bir evlilik geçirdikten sonra eşim vefat etti. Yokluğuna alışamadım, her gün arkasından okurum. İki oğlum, bir kızım var. Oğullarım Mevlüt ve Ahmet inşaat işleriyle uğraşıyorlar.

    ASKER DÖNÜŞÜ NE YAPTINIZ?

   Gene aynı çobanlığa devam ettim. Ayrıca amelelik de ettim. Amelenin günlüğü 50 kuruş; ustanın ise 1 liraydı. Bu para günlük nafakamıza bile yetmiyordu. Bu gün amelelik yapsam zengin olurum. Bugün amelenin yevmiyesi 60-70 lira…Ayrıca babamdan kalan tarlaları ektim.

   1953 yılında, genç yaşta Allah Hacca gitmeyi de nasip etti.  O gün için 780 liraya gittik. Önce Kudüs’e gittik, oradan Arabistan’a geçtik. O zaman Kudüs’de Yahudi’nin irimi-tirimi yoktu.

   BABANIZDAN BAHSEDER MİSİNİZ?

   Babama: “Garsavurdan” derler. 14 sene askerlik yapmış. Yaz-kış değişik cephelerde savaşmış. Kışın, düşmana karşı kılıcı sallarken yerdeki karları savurttururmuş. Komutanı ona bu lakabı takmış. Ben 1 yaşındayken vefat ettiği için babamı tanımam. Çobanlık yapıyormuş. Anlatılana göre uzun boylu, cesur bir kişiymiş. Babam Kırık Minare civarında koyunları otlatmış, sulamaya pınarın başına getirmiş. Bu arada mahallenin sığırını güden kişi babama: “Önce ben sulayacağım.” demiş. Bu arada kavga etmişler. Sığırları güden kişi akşam olunca Erkmen Mahallesi’ne gelmiş ve halka: “Garsavurdan Mevlüt, bütün Erkmenliler’e ana avrat küfretti!” demiş. Bunu duyan halktan bazı kişiler, Kırık Minare civarında, kepeneğin içinde yatmakta olan babama saldırıp, dövmüşler. Babam zorlukla eve gelmiş ve bir müddet evde yattıktan sonra vefat etmiş. Babamı dövenler de korkudan Eskişehir’e kaçmışlar.

   BAŞINIZDAN ÖNEMLİ BİR OLAY GEÇTİ Mİ?

   Genç yaşlarda idim. İlkbahar mevsimiydi. Ekinler bir karış olmuştu. Hafif yağmur çiselediği için kepeneği omzuma almıştım. Karayokuş Köyü’nün alt tarafında merada koyunları yayıyordum. Benim ilerimde Kurucaovalı başka bir çoban da koyunlarını yayıyordu. O çobanın koyunları, biraz sonra elin ekinine girdi. Tarla sahibi benden bilir, diye çıkarmasını söyledim. O çoban bana karışmamamı söyleyince, ağız münakaşası yaptık. Sonra eşeğin sırtındaki heybeden tüfeğini çıkarttı ve bana ateş edip, bacağımdan vurdu. Sonra koyunlarını toplayıp gitti. Ayağımdaki yarayı çevremle (mendille) sardım. O vaziyette topallaya topallaya koyunları toplayıp eve getirdim. Anam yarayı temizleyip tuzlu tereyağı bastı. O arada bayılmışım. Doktor-hekim yok ki gidelim! Yarayı sardık ve bu şekilde koyun gütmeye devam ettim. Bir müddet sonra baktım ki, yaraya kurt düşmüş. Anama gösterdim. Anam araşırmış-soruşturmuş, Karabağlı Süleyman: “Dombey boku sarın, kurtları çıkarır.” demiş. Sıcağıyla dombey boku sardık. Kurtların çoğu çıktı ama birazı kaldı. Bir başka kişi: “Şeftali yaprağını haşlayıp sarın.” demiş. Şeftali ağacı bizim buralarda pek bulunmaz. Garip anam soruşturmuş, Avukat Hulusi’nin bahçesinden şeftali yaprağı getirip sardı. Kurtların hepsi çıktı ama iltihabı kesemediğimiz için yara dört sene aktı, sonra iyi oldu.

   ÖLÜMLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİNİZ NELERDİR?

   İster nebî, İster velî… İster uslu, ister deli... Bu dünyadan çeker eli… En sonunda ayrılık var. Bundan dört sene önce idi. Küçükken çağla çalıp, beraber Türkçe ezan okuduğumuz arkadaşım Lebe’nin Enver’le aynı gün hastalanıp; hastanede aynı odada yatmaya başladık. İkimiz de çok hastayız. Gece yattık, sabah olduğu zaman Lebe’nin Enver’in oğlu İbrahim geldi. Ben kendimde değilim ama konuşulanları duyuyorum. Enver oğluna: “Oğlum, Mehmet Ağa’n çok hasta… gidici! Oğlanları kabirini kazmaya gitti.” dedi. Ben bunları yattığım yerden duyuyorum. Bir de baktım ki, akşam olmadan kendisi gitti. Bu yüzden ölümün kime önce geleceği belli değil… Peygamber Efendimizin hanımı Hz. Ayşe, bir gün Efendimize demiş ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, şehitlerle haşrolmak için ne yapmak gerekir?” Efendimiz: “Günde yirmi kere ölümü düşünen kişi, şehitlerin derecesini bulur.” buyurmuş. Habîb-i Kibriyâ efendimiz, devamlı ölümü hatırlardı. Bu yüzden benim de ölüm aklımdan hiç çıkmaz. Her an ölüme hazırlıklı olmalıyız. Ölüm, genç-yaşlı tanımaz. Ne zaman geleceği belli olmaz. Bu yüzden her an hazırlıklı olmak, imanı kavî tutmak gerekir. Allah, içinde enâniyet (bencillik) olanlardan etmesin. Kibirlenip gururlandırmasın.