İBRAHİM KELEK

 

   İbrahim KELEK…Höke’nin İbrahim…”Garip” diye bilinir.…Seksen yedi yaşında…Ömrü, dağlarda-bayırlarda koyun güderek geçti. Çalışarak-çabalayarak sıfırdan bin beş yüz koyuna ulaştı. At arabasıyla İstasyon’dan eşya taşıdı.

   İbrahim Ağabey, orta boylu, yuvarlak tombul yüzünü çevreleyen beyaz sakalı olan birisi… Başından “Hacı takkası” diye tabir ettiğimiz takkesini hiç çıkarmaz. Dizlerindeki rahatsızlıktan dolayı, iki bastonla yürür.  Konuşurken kısık sesle ve sakin konuşur. Kendi halinde sakin bir kişiliği vardır. Sabırlı ve tevekkül sahibidir. Harama-helala, kul hakkına çok dikkat eder. Toplumda sevilen bir kişidir. 1988 yılında Hac ibadetini yerine getirdi. Torunlarının çocuklarıyla birlikte, kırk torunu var.

   HAYATINIZI ANLATIR MISINIZ?

   1928 yılında Bolvadin’in Bucak Mahallesi’nde dünyaya gelmişim. Babamın adı Mehmet…Fırın ustasıydı.Üç kız, beş oğlan; sekiz kardeşiz. Bekir arpacıydı; Hasan ustalık yapardı; Mevlüt Avrupa’da çalıştı. Bunlar vefat ettiler. Hıdır ise çobanlık yapıyor.

   Okuma-yazma bilmem. Babam hem fakirlikten, hem de “Bu oğlan çok garip; okulda döverler.” diye beni okula göndermedi.  Babamın yanında fırın inşaatında çalıştım. 12 yaşıma gelince Kalayhüseyinler’in yanına hizmetkâr olarak girdim. Orada bir müddet karın tokluğuna çalıştım. O zaman herkes karın tokluğuna çalışırdı. Anam, akşamleyin pişirdiği bulgur pilavından biraz ayırır; sabahleyin içine bir hapaz un atarak kavurur ve çorba yapar; onu içerdik. Ben, şimdi dahi sabahları çorba içerim. Akşam olunca, anam fincanın içine biraz haşgeş yağı kor; içine de bir çaput sallar; yakar ve onunla aydınlanırdık.

   GENÇLİK YILLARINDA NE YAPTINIZ?

   1942 senesinde, ben on dört yaşlarındaydım. O sene kıtlık oldu. Hayvan besleyenlerde arpa-buğday kalmadı. Toplumda da açlık vardı. Arpa unundan ekmek yiyenler, ot-çöp yiyenler çoktu. Herkese günlük karne ile belirli ekmek veriliyordu. Bizde de biraz buğday vardı. Birisine otuz kile buğday verdik; karşılığında otuz koyun aldık. Bu koyunları zamanla çoğalttık.

   Ben askere gitmeden ağabeyim birisiyle kavga etmiş. Ağabeyimin kafasına taş vurmuşlar. Burada hastane yok; nereye götürelim? O gün için taksi de yok. Hemen bir fayton tuttuk, onunla Afyon’a yolladık. Ne yazık ki, yolda vefat etmiş. Vukuatı işleyen kişi 18 yaşın altında olduğu için, 18 ay yattı, çıktı. Bu arada, biz yetiştirdiğimiz koyunları dağıttık. Askerliğimi Sivas’ta 33 ay olarak yaptım. Askeriyede de çobanlık peşimi bırakmadı. Askerliğim süresince, 30 tane katırın ve 10 tane atın bakıcılığını yaptım.

   ASKER DÖNÜŞÜ NE YAPTINIZ?

   Asker dönüşü gene başkalarının ortağına koyunlarını güttüm. Ömrüm boyunca 17 ayrı kişinin koyununu güttüm. Hiç biriyle de aramızda problem yaşamadık. Babam: “Para biriktirip kendin evleneceksin.” dedi. Üç sene çalıştıktan sonra komşumuzun kızıyla evlendim. Hanımı, komşu kızı olduğu için tanıyordum. Evlenirken üç küçük altın taktım. 61 sene önce evlendik. Çok şükür problemsiz evliliğimizi yürütüyoruz. Allah, beş oğlan, bir kız; altı evlat verdi. Oğullarımdan Hayati, emekli öğretmen. Mustafa, Mehmet ve Fatih koyunculukla uğraşıyorlar. En küçük oğlum Muammer de Söğütlü Camii imamı…

   Birkaç yıl sonra küçük kardeşim de evlenecekti. Babamın da durumu iyi değildi. Başkasından borç aldık; düğünü ettik. Bir müddet sonra adam parasını istedi. Elde yok; avuçta yok… Babam şaşırdı kaldı. Ne yapacağını bilemedi. Bunu gören benim hanım da, boynundan çıkardığı üç küçük altını ipliğiyle babama verdi. Babam sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Babam uzun sakallıydı. Göz yaşları   gözünden sakalına düşüp, aşağıya damlıyordu. Hemen kıbleye doğru iki diz çöküp: “Yaha oğlum - kızım! İnşallah ömrünüz boyunca hiç yokluk görmeyin!” dedi. O günden sonra biz de, hiç yokluk görmedik. Şimdiye kadar da, ne hastalık gördük; ne sefillik gördük. Durumları iyi olunca hanımın altınlarını ödediler.

   KOYUNLARI TEKRAR ÇOĞALTTINIZ MI?

   Çakıcılar’ın koyunlarını, ortağına 7 sene güttüm. Ayrılırken hisseme 70 koyun düştü. Ayrıldıktan sonra, Allah’ın hikmeti koyunlar hep ikiz buzaladılar. Zaman ilerledikçe çoğaldılar, 1500 koyuna kadar çıktılar. Bundan 17 sene önce bu işi bıraktım ve koyunları çocuklara üleştirdim.

   Koyunlar melek gibi hayvanlardır. Onları çok sever; hep güzel davranırım. Hayvanlara güzel bakar; ona göre davranırsan karşılığını alırsın.

   Kış başlangıcı idi. Kırkgöz’ün yakınlarında koyunları güdüyordum. Bu arada üç canavar geldi. Köpekler üç canavarı kovalamak için gidince, ters taraftan üç canavar daha geldi. Ben bir şey yapamadım. Bir koyunu aldığı gibi götürdüler. Bazen böyle olaylar da oluyor.

   KIRDA DOĞUMLARINI SİZ Mİ YAPTIRIRDINIZ?

   Genellikle hayvan kendi doğurur. Sıkıntılı bir durum olunca biz müdahale ederiz. Yavru doğduktan sonra yürümeye başlar. Hava soğuk ise sarar heybenin gözüne koruz. Yürüyen hayvan, gezen hayvana göre daha rahat doğum yapar. Kapalı yerde beslenen hayvan zor doğum yapar. Şimdi duyuyorum, koturada beslenen, gezmeyen hayvanlar doğumda zorlanıyor; bazen telef oluyorlarmış.

   İnsanlar için de bu böyledir. Devamlı çalışan, hareket eden kadınlar kolay doğururlar. Hareketi az  olan kadınlar doğumda zorlanırlar. Benim zamanımda her kadın kendi başına doğum yapardı. Kırda, bayırda, çapada doğum yapan kadın çok olurdu. Komşumuzun kadını, tarladan gelip eşekten indi; doğum yaptı. Şimdi bir de “sezeryanla doğum” diye yeni moda çıkmış. Rahat oluyor diye, kadınlar bu şekilde doğum yapıyorlarmış. Bunun, Türk Milleti’nin geleceği açısında büyük zararları var. Sezeryan olan kişi bir daha normal doğum yapamıyormuş ve en çok iki çocuk yapabiliyormuş. Normal doğumla doğmayan çocuklar, hastalıklara karşı daha zayıf oluyormuş. Televizyonda duydum, Türkiye’de doğum yapan annelerin yarısı, sezeryanla doğum yapmış. Bu, çok tehlikeli bir durum.

   ANNENİZDEN VE BABANIZDAN BAHSEDER MİSİNİZ?

   Rahmetlik anam çok çalışırdı. Hasır dokurdu; koyun sağardı; çapaya giderdi. Sekiz çocuk, hangi birine baksın! Kapımızın önünde kazık çakılı idi. Çapaya giderken küçük kardeşimin beline ip bağlar; ipin ucunu kazığa bağlar; önüne de biraz ekmek kor giderdi. Eskiler çok çekti. O günler gitsin de bir daha gelmesin!

   Babam kendi halinde bir adamdı. Koyunculuk ve çiftçiliğin yanı sıra, fırın ustalığı da yapardı. “Her işini sağlam yap! Yaptığın işi Allah’da beğenecek kul da…” derdi. Eskiden fırınların ateş yanan kısmı hep kubbeli olurdu. Bunu herkes yapamazdı. Bolvadin’deki ve köylerdeki fırınların çoğunu babam yaptı. Sabırlı bir adamdı. Bize hep nasihat eder: “Oğlum, sabreden kazanır. Döversin kaybedersin; dövülürsün kaybedersin. Bu yüzden sabret. Sonunda sen kazanırsın.”

   Babam, 17 sene askerlik etmiş. Osmanlı’nın yaptığı savaşlarda pek çok cephelerde savaşmış. Babam iki sefer evlenmiş. Birinci hanımı vefat edince 40 yaşında anamla evlenmiş. Askere gitmeden önce birinci hanımından iki çocuğu olmuş. Seferberliğe katılmış. Uzun süre askerlikten sonra perişan halde eve gelince, hanımı ve iki çocuğu babamı tanıyamamışlar. “Kim bu Arap!” demişler. Seferberlik yıllarında çektiği sıkıntıları anlatırdı. “Çok açlık çektik. Ne bulduysak yedik. Yalnız leylek eti kokuyordu, onu yiyemedik.” derdi. Babam, devamlı mahallemizdeki Bucak Camisi’ne giderdi.

   BUCAK CAMİSİ HAKKINDA BİLGİ VERİR MİSİN?

   Bucak, “Dip- kenar” anlamlarına gelir. Eskiden, Alaca Mahallesi’nin kenar kısmıymış. Eski adı “Hanaylu Mescit Mahallesi” imiş. Daha sonra, kenar mahalle olduğu için “Bucak” denmiş. Bucak Camisi ilk olarak 1264 yılında yapılmış. 1900 yılında burayı Ali Efendi tekrar yaptırmış ve “Ali Efendi Mescidi” adını almış. 1958 yılında bu toprak mescit yıkılarak, şimdiki cami yapılmış ve “Bucak Camisi” denmiş.

   UNUTAMADIĞINIZ HATIRANIZ VAR MI?

   1948 yılı idi. 18 yaşlarındaydım. Çift beygirli arabamızla inhisara (Tekel) , iskeleden (İstasyon) mal çekiyordum. Haftanın belli günleri tren istasyonuna gider; tekelin malları olan sigara, ispirto, kibrit gibi eşyaları getirirdim. Ocak ayı idi. Zemheri zamanıydı. Yerde hafif kar vardı. Hava çok soğuk olup, atların burunlarından nefesleri duman gibi çıkıyor; dizginleri elime yapışıyordu. Sabah erkenden, ağzımı yüzümü sarıp arabayla yola çıktım. Tipi yüzüme vuruyor; kirpiklerimi donduruyordu.

   İstasyona vardım. Gelen trenden malı yükleyip Bolvadin’e doğru yola çıktım. Yol şimdiki gibi değildi, çok dardı. Her tarafım sarılı olduğu için arkadan gelen kamyonu duymadım. Kamyon şoförü kenara gelmem için kornaya basınca atlar ürktü ve yoldan çıktı. Yolun kenarı çukur olup, içi su dolmuş ve buz tutmuştu. Yoldan çıkan araba devrildi ve eşyalar ile birlikte, buzlu suyun içine yuvarlandım. O anda otomobiliyle keşfe giden savcı ve yanındakiler arabadan inip, beni buzlu sudan çıkardılar. Arabayı devrildiği yerden kaldırıp, malları tekrar yüklememe yardım ettiler. Her tarafım sırılsıklam buz kesiyordu. Eve gidip sobanın başına varsam, diyordum. Bu şekilde Bolvadin’e gelip malı boşalttım.

   Eve geldiğimde benim bu halimi gören babam, yanmakta olan sobanın yanına götürmedi. Hemen ahıra götürüp soydu ve çıplak halde koyun tersinin içine yatırdı. Kafam dışarıda kalacak şekilde her yerimi fışkıyla örttü. Orada üç saat uyumuşum. Sonra içeri götürüp tertemiz yıkadı ve yatırdı. Ertesi güne bir şeyim kalmadı.

   YAŞLILIK ZOR GELİYOR MU?

   Gençlikle yaşlılık bir mi? Eskiden gece koyun yayar, gündüz çamur karardım. Şimdi yerimden kalkmaya zorlanıyorum. Şu elbiseler bile üstüme yük oluyor. Ölüm hep aklımda. Allah’a: “Sıhhatimi ver! Vermezsen emanetini al!” diye dua ederim. Allah son zamanımızda “Oğlum, kızım!” diye kapılara baktırmasın. Ele-eteğe düşürmesin!