BAHATTİN BÖREKÇİ

 

   Manav Bahattin…Seksen altı yaşında…Çocukluğundan beri, yetmiş beş yıldır terazi başında manavlık ediyor. En uzun süre aynı mesleği yapan kişi…Yaşına rağmen düzenli şekilde hergün dükkanında çalışır. Düzenli, tertipli hesap adamıdır.

   Bahattin Börekçi; orta boylu, minyon tipli, yaşına göre daha genç gösteren hareketli birisidir. Hafızası ve hesabı kuvvetlidir.

   HAYATINIZI ANLATIR MISINIZ?

   1929 yılında Hisar Mahallesi’nde doğmuşum. Babamın adı, Mevlüt Ahmet…Kahvehane işletirdi. Çınar altındaki ilk kahveyi babam işletmiştir. Dört oğlan; bir kız, toplam beş kardeşiz…En büyüğümüz Abdil ağabeyimiz, seyyar konfeksiyonculuk yapardı. Lebibin Ekrem’in kamyonla pazarlara giderdi. Diğer kardeşim Halis de sebzeci idi, beş sene önce vefat etti. Halil İbrahim ise, berberlik yapıyordu, emekli oldu. İlkokulu Kaymaz, Bahçe ve Akçeşme okullarında okudum.

   OKULU BİTİRİNCE NE YAPTINIZ?

   Babam kahveciydi fakat okul tatillerinde babamın yanında çalışamadım. O gün için kahvehanede 18 yaşından küçüklerin çalışması yasaktı. Bazen, kahveye uğradığımda babam elime testiyi verir, şimdiki ulu çınara su döktürürdü. Ben küçükken çınar 4-5 yaşında idi…Kahvede çalışamayınca babam bana bir eşek aldı. Eşeğin yanlarına da iki küfe bağladı. Küfelere sebzeleri doldurur; Dereköy’de, Ortaköy’de, Büyükköy’de satar gelirdim. Tuhafiyeci Efe Memet’in kardeşi Ahmet ile giderdik. Çınar’ın altındaki meydanlıkta pazar kurulurdu. Gerekli sebze ve meyveleri buradan alır; götürür satardım. Biraz daha büyüyünce, Dikbıyık’ın kamyonla Sultandağı’na, Emirdağı’na gitmeye başladım. Askerlik vaktim gelinceye kadar bu şekilde pazarlarda sebze-meyve satarak çalıştım.

   ASKERDEN GELİNCE NE YAPTINIZ?

   Ben askerdeyken babam vefat etti. Askerden geldikten birkaç sene sonra evlendim. İki oğlan, bir kız; üç çocuğum var. Oğullarım Mevlüt ve Ahmet, kendi işimizi devam ettiriyorlar. Şimdiki kasaplar halinin olduğu yerde barakadan dükkanlar vardı. Onlar yıkıldıktan sonra belediye, ihale ile üstü belediye binası; altı dükkan ve sebze halinin bulunduğu yeri 151 milyona, yapması için Salim Aynacı’ya verdi. Bina tamamlandıktan sonra köşe dükkanı ben kira ile tuttum. Orada yirmi dört sene kaldım. Yıkılan adada Kasap Çakıcıgil’in dükkanı vardı. Belediye ona karşılık olarak benim dükkanı verince, oradan çıkıp, Aşkar Oteli’nin altındaki dükkanı tuttum. Orada 4-5 sene kaldıktan sonra, Haleplilerin evin altındaki köşe dükkanı tuttum. Burada da iki sene çalıştık. Sonra, şimdiki yerimize geçtik.

   İŞİNİZİN ZORLUKLARI NELERDİR?

   İşimizin zorlukları çok…Yaptığımız iş, çürüyen bozulan bir madde…Zamanında getirip, zamanında satmak gerekiyor. Mal elinde beklerse zarar edersin. Sonra, devamlı yollardasın. 1975 yıllarında, Erkmen bölgesinin tarlalarının çoğu elmalıktı. Buradan beş tane bahçenin elmalarını ağacında iken satın aldım. Birgün çınarın altında otururken kuvvetli rüzgar çıktı. Yanımda oturan Muhterem Leylek: “Çınar ağacının tepesine bak, ne biçim sallanıyor; gel elmalıkları dolaşalım gelelim.” dedi. Elmalıklara vardığımızda başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Rüzgâr bütün elmaları yere indirmişti. Ölükızları besicilik yapıyorlardı, bütün elmaları hurda fiyatına, hayvanlara yedirmek için onlara sattım.

   BAŞKA KİMLER SEBZECİLİK EDİYORDU?

   O gün için on beş kişiden fazla sebzeci vardı. Bunlar: İsmail Cıvan, A.Kadir Cıvan, Saracın Mehmet, Böcü, Aziz Mavı, Kamil Yıldırım, Kamil Çullu, Sofu, Hasipoğlu, Ahmet Gök, Kadir Görkaş, Halis Börekçi…

   ESKİ YAŞANTIYLA BUGÜNÜ KARŞILAŞTIRIR MISIN?

   Balta Çeşmesi’nin olduğu yer bizimdi. Dedem, oraya çeşme yaptırıyor, suyunu da Elmalı’dan getittiriyor. Çeşmenin üstü de evimizdi. Şimdi yeraltı kaynaklarını kuruttuğumuz için, çeşmenin suyu da kesildi. Yeniden akması için teşebbüs ettim fakat, tekrar gelmesinin zor olduğunu söylediler. Eskiden, doğru-dürüst yaşantı diye bir şey yoktu. Herkes gün azıklı yaşıyordu. Kimsede para yoktu. Çoğunluk maddi sıkıntı çekiyordu. Evimizde bir sağılır ineğimiz vardı. Anam, yoğurt yapar; turşu yapar; Çarşı Camii’nin önüne götürür orada satardım.

   Birgün sabahleyin okula gitmek için kalkıp sofraya oturduk. Şeker olmadığı için anam çayımıza biraz pekmez damlattı. Katık olarak sadece zeytin vardı…“Çocuklar katık ederek yesin.” diye önümüze zeytinler sayıyla konurdu. Anam benim önüme beş zeytin koydu, kardeşim Halis’in önüne de dört zeytin koydu. Kardeşim, kendisine bir zeytin eksik konulduğunu görünce, küsüp yemeden sofradan kalktı.

   Bunları söylememin sebebi; bugünkü çocuklar ve gençler nimetlerin kıymetini bilmiyorlar. “Bunu yemem! Şunu sevmem!” diyorlar. Çocuklara zamanın ve nimetlerin kıymetinin öğretilmesi lazım. İsrafın haram olduğunu öğretmek lazım. Yiyecekte, içecekte, giyecekte bugün için sıkıntı yok. Herşey bol…Bu bolluğun dar zamanı da gelir. Bu yüzden, her şeyi tasarruflu kullanmak gerekir. Ayrıca, kul hakkına riayet etsinler. Ben kul hakkından korkarım. Zamanın birinde Mersin’e mal almaya gitmiştim. Malı yükledik, otuzbeş lira param çıkışmadı. Adam: “Bir daha geldiğinde verirsin.” dedi. Daha sonraki seferde gittiğimde o adamı bulamadım. Oradakiler: “O Arap uşağı buradan gitti.” dediler. Daha sonra bu içime ilgi oldu. Bir ihtiyaç sahibine, onun namına elli lira verdim, içim rahat etti.

   GENÇLİĞİNİZDE HANGİ HOCALAR VARDI?

   O zaman nüfus da azdı; cami de azdı; hoca da azdı…İmaret Camii’nde Adil Hoca ve Şemmet Hoca (Tüssülü) vardı. Şemmet Hoca’nın yanık bir sesi vardı… Çarşı Camii’nde Hüseyin Sezen Hoca vardı. Kıraatı çok düzgündü. Mikrofonun olmadığı zamanda o koca camide sesi her yere ulaşırdı. Pazar günü Hüseyin Hocagilin evin önüne yayınırdık. Kabiri nur olsun annesi bize kahvaltı verirdi. Yakıpların Ali Osman Karaer’in de sesi gür ve etkiydi. Ezanı Develi’nin yanından duyulurdu… Sebze getirmeye İskenderun’a gitmiştim. Oradaki maneviyatı biraz zayıf gördüm. Kendi kendime: “Hafız Ali Osman şurada olsa da bir ezan okusa; şunları ıslah etse!” diye düşündüm. Hafız Şükrü Hoca da1939-1949 yılları arasında Çarşı’da imamlık etti. Konuşmaları etkiliydi… Bir de Müftü Fehmi Kantar Hoca vardı. Dışarıdan çok kişi gelip bundan ders alırdı. Birgün hastanede biri oğlan biri kız, iki doğum olmuş. Sonra çocuklar karışmış. Fehmi Hoca’ya gelmişler. O da: “İki kadın da sütlerini sağıp, aynı ölçüde fincana koyup teraziye koysunlar; hangisi ağırsa o sütün annesi oğlan doğurmuştur.” demiş ve olayı yatıştırmış.