ABDİL ORDU

Ağılönülü Bacak Abdil... Seksen dört yaşında... Gölcülük yapıyor... Gölün eski ve yeni durumlarıyla ilgili çok şeyi biliyor. Göl konusu açılınca saatlerce konuşmak istiyor. Göle, kamışa, balığa, avcılığa âşık Gençliğinde bıraktığı pala bıyıklarıyla iftihar ediyor. Mütevazi, ağzı dualı, kalender, kendi hâlinde bir adam  

   Abdil Ordu kısa boylu, ince, zayıf yüzünü çevreleyen bir tutam beyaz sakalı olan, etrafa cin gibi bakan birisi… Ayaklarının rahatsızlığı dolayısıyla iki bastonla yürürken, şimdi “Benim taksi” dediği akülü sakat arabasıyla ulaşımını sağlıyor. Arabası olmadan önce, iki sakat değneğine dayanarak Ağılönü Şıhlar Mahallesi’ndeki evinden her gün çarşıya gider- gelir. Konuşması net ve düzgündür. İlkokulu bitiremediği halde, kültürlü ve görgülüdür.

   Onunla sohbet etmek istediğimde onu çarşıda bulamadım. Havaların soğuk olmasından nedeniyle Şıhlar Camii’nde namazını kılıp evine gittiğini öğrendim. Konuşmak İçin Ağılönü’ne gidip, kahvehaneye sordum. Evinde olduğunu söylediler. Yapılan tarif üzerine gittim; evinin arkasında odun kırarken buldum. “Kahvehaneye oturup konuşalım” dediğimde; kabul etmedi, evine davet etti. Bonkörlüğünü gösterip her türlü ikramı yapmak istedi.

   HAYATINIZI ANLATIR MISINIZ?

   1931 senesinde Ağılönü Semti, Şıhlar Mahallesi’nde dünyaya gelmişim. Babamın adı Mustafa… Üç kardeşiz. İki ablam benden büyük. Babam, ben dokuz yaşındayken vefat etti. Babam ölmeden: “Ben elimin gölgesini göremedim. İnşallah kalanlar elinin gölgesini görür.” dedi. İlkokulu Kemalettin Sami Paşa İlkokulu’nda okudum. Okulumuz, şimdiki türbenin yanındaki tepelik yerde tek sınıflı bir okuldu. Öğretmenimiz bütün sınıfları bir sınıfta okutuyordu. Müdür yoktu, sadece öğretmen vardı. Okul, İnönü İlkokulu Müdürlüğü’ne bağlı idi. Kurtuluş Savaşı’nda Yunan askerlerini kovalayan birliğimizin başında olan komutanın adını bu okula vermişler.

   BOLVADİN’DE ÇOK KİŞİ OKULU YARIM BIRAKIRLARMIŞ. SİZ NE YAPTINIZ?

   Ben de bitiremedim. Babam olmadığı için takip edenimiz yoktu. Her sene kala-geçe çift dikiş yaptım. Dördüncü sınıfta iken sekiz seneliktim. Yaşım büyümüştü. Kafam dersleri sarmıyordu. Anama: “Ben okumeycan!” dedim. Anam okumam için çok ısrar etti, sonunda ayrılmama karar verdi. Okuldan tasdiknamemi almak için gitmeden önce evde koyun kesmiştik. Koyunu yüzdük, içini temizledik, sofranın üstüne öylece koyup bizim okul müdürlüğü olan İnönü (Fatih Sultan Mehmet) İlkokulu’na gittik. Müdüre: “Öğretmenim beni okuldan çıkar.” dedim. O, okuldan çıkmamı istemedi. Bana: “Oğlum, okulunu bitir, üç sene daha oku, o zaman öğretmen olursun.” dedi. Ben de: “Öğretmenim, benim kafam sarmıyor, okuldan çıkar.” dedim. Kabul etti. Tasdiknameyi aldıktan sonra sevinçle eve geldik. Evin kapısı açıktı. İçeri girdiğimizde kestiğimiz koyunun olmadığını gördük. Bizim bir kedimiz vardı, çok akıllıydı. Biz gittikten sonra kedi zıplayıp kapının zembeldeğini açmış içeriye girmiş. Arkasından bir de köpek girmiş. Birgüzel bizim koyunu yemişler. Köpek, yiyemediği kalan koyunu götürüp küllüğe gömmüş. O durumu görünce anam çok kızdı ve: “Senin yüzünden oldu. Git bir daha bu eve gelme! Nerede yatarsan yat!” dedi, beni evden kovdu.

   ÇOK ÜZÜLMÜŞSÜNDÜR?

   Çok üzüntülü bir şekilde okulumuzun önüne gittim, duvara sırtımı yaslayıp oturdum. Ağlamaya başladım. Biraz sonra bir arkadaşım yanıma geldi. Yüzüme korkuyla bakarak: “N’oldu sana? Ağzın eğrilmiş!” dedi. Elimle yokladım, ağzım bir tarafa eğilmişti. Üzüntüyle ağzıma felç gelmiş. Akşam olunca eve gittim. Anam o halimi görünce o da üzüldü. Ertesi gün tekkeye götürdü. Muhtar İzzet beni gördü: “Bu yedi gün çilede, karanlıkta kalacak.” dedi. Sonra iyi oldum. Askerliğe kadar göldeki işlerime devam ettim. Ablalarımı evlendirdim. Ben de askere gitmeden önce evlendim. Askerlik yaşım çoktan geçmişti. Askerlik şubesinde bir kâtip vardı. Bütün her şey onun elindeydi. Av meraklısıydı, devamlı göle ava gelirdi. Ben de ona arkadaş olurdum. Bu yüzden benim askerliğimi geciktirdi. Askere gittiğimde üç çocuğum vardı. Toplam altı çocuğum var. Bir oğlan; beş kız… Şimdi on iki tane de torunum var.

   ASKERLİĞİNİZİ NEREDE YAPTINIZ?

   Askerliğimi, Edremit’te, Ezine’de, Keşan’da piyade olarak yaptım. Kantin işlettim. (Künyesini sayıyor.) Komutanlar beni çok severdi. Komutanımız: “İlle teskere bırak!” dedi. Ben de: Anam, eşim, üç çocuğum benim elime bakıyorlar, ben kalamam.” dedim. O da: “O zaman seni çürüğe çıkaralım, boyun tutmuyor.” dedi. Altı aylık askerken beni çürüğe çıkardılar, memlekete yolladılar. Gelince gölcülüğe tekrar başladım. Zaten benim “bacak” olan lakabım da boyumun küçüklüğünden geliyor. Arkadaşlarla güreş yaparken hepsinin bacağına sarılıp yıkardım. Lakabımı buradan da takmış olabilirler.

   O YILLARDA AĞILÖNÜ VE GÖLÜN DURUMU NASILDI?

   Ağılönü’nde nüfus bugüne göre azdı. Genellikle evler, tekkenin etrafında idi. Üç gölet vardı. Şimdi onlar kurudu. Eber Gölü, benim çocukluğumda da bugünkünün aynısıydı. Senelere göre suyunun azalıp çoğaldığı olmuştur. İki sefer çok kuraklık sonucu kuruduğuna şahit oldum. Birincisi ben çocukken olmuştu, ikincisi de birkaç sene önce oldu. Gölde ben çocukken, Rusya’dan gelen Kazak Türkleri çalışırdı. Balık tutarlardı, domuz güderlerdi. Göl, çok kişiye rızık kapısını açmaktadır. Ağılönü, Eber Kasabası, Mandıra, Yakasenek ve Deresenek buradan istifade ediyorlar..

   EBER’DE NELER YETİŞİRDİ?

   Karşı tarafta bulunan kasaba ve köylerin gölün kenarında bahçe ve tarlaları var. Orada her türlü sebzeyi yetiştirmektedirler. Onların biz kadar gölcülükle ilgisi yok. Esas gölcülüğü yapan Ağılönü Semtidir. Ben elli sene gölcülük yaptım. Otuz senesini gölde yatarak geçirdim. Hiç hasta olmadım, Allah koruyor. Ağılönü insanı fedakar, cefakar ve çok çalışkandır. Karısı- kızı, çocuğu-çoluğu hep çalışır. Kimsenin malında, canında, ırzında gözleri yoktur. Göl yaşantısı çok sıkıntılıdır. Devamlı su içindesin. Bu zor şartlarda kındıra kamış biçerler. Gölde; sazan, turna, alabalık tüysüz, gibi balıklar yetişir. Bunlardan faydalanırlar. Kuş çeşidi olarak ;flemingo, martı, ördek, balıkçıl, leylek çok vardı. Şimdi bu türlerin çoğunu göremiyoruz. Fabrikaların atıkları gölü bitirme noktasına getirdi.

   KINDIRA, KAMIŞ NEDİR?  NERELERDE KULLANILIR?

   Bunlar suda yetişen bitkilerdir. Baharda çıkarlar, ekim ayında ise biçilmeye başlanırlar. Biçilen kamış ve kındıra kayıklara yüklenip kıyıya çıkarılır. Traktörlerle eve getirilir. Yere yatırılıp kurutmaya bırakılmaz, koni biçiminde dikilir. Öyle yapılmazsa çürür. Kamış boru şeklinde olup, içi boştur. Kındıra ise ince yaprak şeklindedir. Kamış, çatı kaplamasında kullanılır. Sağlıklıdır, soğuğu, sıcağı altına geçirmez. Kındıra ise; berdi yastık, hasır, seccade yapmada kullanılır. Kındıradan yapılan bu ürünler, Türkiye’nin her yerine gönderilir. Şimdi eskiye göre talep azaldı. Adam her gün göle gidiyor fakat, talep olmayınca çalışamıyor. Zorluklarla toplanan hasır otu, kamış, olduğu gibi duruyor. Alan-satan yok. Gölcü ne yapsın? Durduğu yerde çürüyor.

  BALIK TUTMA YÖNTEMİ NASILDIR?

  İlk önce balığın nerede olduğu keşfedilir. Kaptan tayfaya: “Hazırlan!” der. İki kayık ters istikamette giderek “Iğrıp” dediğimiz büyük ağı atarlar. Gelen balık ağa takılır. Sonra ağı birleştirip, iki taraflı toplarlar. Eskiden bir ağdan yerine göre 30 ton balık çıkardı. Balığın yanı sıra, ıstakoz ve kurbağa da toplanırdı. Gölü değişik zamanlarda, Esenoğlu ve Kantarcı işletti.

   AĞILÖNÜ DENİNCE İLK OLARAK TÜRBE AKLA GELİYOR NEDEN?

   Şeyh Abdülkadir Ceylani ve Abdülvahab Gazi Türbeleri semtimizin sembolü haline gelmiştir. Abdülkadir Ceylani’nin, Rasulullah Efendimizin 17. kuşak torunu olduğu; hatta seceresinin Hz. Adem’e kadar gittiği belirtilir. Yapılan araştırmalarda, 17. Yüzyılda Bağdat’tan gelip buraya yerleştiği ve 1651 yılında, yani bundan 362 sene önce vefat ettiği ortaya çıkıyor. Burada Kadirî Tarikatını kuruyor. Cami, misafirhane, çeşme tekke yaptırıyor. Vefatından sonra şimdiki türbesi ahşap olarak yapılıyor. Daha önceleri türbe ahşapken 1989 yılında betonarme olarak yapıldı. Tekke içerisinde eşi Ayşe Dudu, torunları ve müritleriyle birlikte 17 sanduka bulunmaktadır. Şehir içinden ve şehir dışından gelen ziyaretçisi çoktur.

   Eskiden ziyarete gelenler tekkeye horoz kurban ederlerdi. Mum yakarlardı. Ahşap sandukanın içinden toprak alıp, “akıllansın” diye çocuğa yedirirlerdi. Ağaçtan tokmağı gelenlerin başına ve vücuduna gezdirip şifa bulması için çalışırlardı. Ahşap sandukaların üzerine istek ve dileklerini yazarlardı. Hasta olan körpe çocuğu, iyi olsun diye buz gibi türbenin içine yatırıp uyuturlardı. Çocuk üç gün sonra zâtürreden cartıyı çekerdi. Bunlar hep bâtıl itikatlar. Ne istersen Allah’tan isteyeceksin. Bugün insanlar daha şuurlandı. Gelenler çoğunlukla eski âdetleri yapmıyorlar.

   GENÇLİĞE MESAJINIZ NEDİR?

   Gençler arkadaşlarını iyi seçsinler. Ne kazanırsan gençlikte kazanılıyor. İşlerini iyi takip etsinler. Helalinden kazansınlar. Büyüklerine saygılı olsunlar.